YÖK’ün Kuruluşunun 40. Yılında; YÖK’ü Yeniden Düşünmek
12 Eylül 1980 darbesinin amacı, 70’lerdeki örgütlü bir güç olarak ortaya çıkan işçi sınıfını ve Türkiye devrimci hareketini bastırmak, neoliberal politikaları hakim kılmak ve buna karşı gelişebilecek toplumsal muhalefeti engellemekti. 12 Eylül’ün yolları, aslında 24 Ocak 1980 tarihinde imzalanan “24 Ocak kararları” ile döşenmişti. “Ekonomik yapının yeniden düzenlenmesi” adını verilen kararlar, Türkiye işçi sınıfının mücadelesine karşı bir açıktan bir saldırıydı. Türkiye uluslararası sermayeye kapılarını sınırsız olarak açarken, azınlıkların geride bıraktıkları mal varlığına el koyarak zengin olan “yerli” patronlar içinse, 24 Ocak kararları daha da zenginleşmenin yolu oldu. Ancak 24 Ocak kararları yetmemiş olacak ki, hemen ardından 12 Eylül 1980 darbesi geldi. Sermayenin saldırılarına karşı koyabilecek örgütlü işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet, korku ve şiddet ile bastırıldı. İşçilerin mücadeleyle elde ettiği tüm kazanımlar yok edildi. 4 yıl boyunca grev, sendikal haklar ve toplu sözleşme gibi haklar yasaklandı. Devrimciler; zindanlarda, cezaevlerinde işkenceler gördü. 12 Eylül hayatın her alanında, kültürde, düşüncede, edebiyatta sonsuz izler bıraktı. 12 Eylül’ün en kalıcı izlerinden biri ise, şüphesiz üniversite gençliğini “terbiye etmek” için icat edilen bir kurum oldu: Her üniversitelinin hayatının bir alanında muhatap olduğu, bazen kampüste bir ÖGB, bazen de bir sivil polis olarak karşımıza çıkan YÖK. 70’ler boyunca üniversiteden ; İstanbul Üniversitesi’nin, ODTÜ’nün sıralarından çıkan devrimci üniversiteliler, başka bir dünya tahayyülünün peşinde koşmuş, üniversiteleri devrimci düşüncenin beşiği haline getirmişti. Tarihi ezilenlerin silahı getiren devrimciler, mücadelelerin belleğini miras bırakarak ölümsüzleşti. Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan’lar, Sinan Cemgil’ler, velhasıl üniversite gençlik hareketinin kadroları, kökleri edebiyattan gelen, üniversite sıralarından uç vermiş devrimcilerdi. Haliyle, toplumu yeniden dizayn etmeye yönelik bir saldırının üniversiteyi hedef alması kaçınılmazdı.
Nitekim, 6 Kasım’da YÖK’ün kurulmasıyla vazgeçmeyen bir kuşağın temsilcisi olan üniversite gençliğini “ıslah” etmeye yönelik bir dizi kararlar alındı. Üniversitenin kamusal bir alan olma niteliğine karşı, özel üniversite diye bir kavram icat edilerek üniversiteler şirketleştirildi. 1984’de kurulan Türkiye’nin ilk özel üniversitesi Bilkent Üniversitesi’ne, YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı’nın adının verilmesi, bütün durumu özetliyor belki de. Üniversitelerin toplum için bilgi üreten niteliğine karşı, ders müfredatlarına kadar varan müdahalelerle bilgi metalaştırıldı. Sermaye ve devlet, bilgi üretim mekanizmalarını çıkarları doğrultusunda bizzat dizayn etmeye başladı.
Bugün, özellikle kamu yararına bilgi üretmesi gereken mühendislik fakültelerinde, üniversitelerin teknik bölümlerinde emperyalist savaş politikalarını besleyecek üretimlerin yapılması, sermayedarların çıkarları doğrultusunda geliştirilen projeler, Teknoparklar, YÖK’ün kurulması sayesinde kendine alan bulabildi. Kampüsler sermayeye peşkeş çekilirken, bir o kadar da güvencesizleştirildi. Üniversitelerin sermayeye tam entagrasyon süreci, kapitalizmin kalesi Avrupa Birliği ile 1999’da başlatılan Bologna süreci ile tam uyumluydu. Ancak belki de en önemlisi, memleket siyasetine yön verecek bir özne olarak üniversiteli kimliğine yapılan saldırılar oldu. 12 Eylül’ün örgütlenmeye dair yasaklarının YÖK eliyle üniversitedeki yansıması olarak üniversite gençliğinin bir araya gelme imkanları da ellerinden alınmaya çalışıldı. Üniversitenin ortak sorunlarına dair söz üretmek imkansız hale getirildi. Üniversitelilere soruşturmalar, uzaklaştırmalar, üniversiteden atılmalar peşi sıra geldi. Üniversiteliler yalnızlaştırıldı ve kariyerizme ile baş başa bırakıldı, üniversitelilerin toplumun dertlerinden bihaber, toplumdan izole edilmiş kitleler haline getirilmesi amaçlandı. Nitelikli ve muhalif akademisyenlerin üniversiteden uzaklaştırılması, sürgün edilmesi ile birlikte akademinin kadroları 12 Eylül’ün ideologluğunu üstlenen akademisyenler ile dolduruldu. Üniversite gençliği ile toplum arasına duvar örüldü. Sözün özü bugün üniversite gençliğinin en yakıcı sorunları, darbe ürünü YÖK’ün mirası olarak önümüze çıkarıldı. YÖK, üniversite gençliğinin mücadelesinden korkan ve toplumsal mücadeleyi frenlemek isteyen iktidarlar için de hep kullanışlı oldu. 2002’de iktidara gelen AKP, iktidara gelmeden önce YÖK’ü kaldıracağına dair beyanlar vermişti. Aslında YÖK’ün kaldırılmasının, bütün iktidarların bir numaralı vaatlerinden biri olduğu söylenebilir. Ancak, iktidarın derdi YÖK’ün kaldırılması değildi elbette. İktidar, YÖK’ün ve üniversitelerin kadrolarını kendisine yakın isimlerle doldurmaya başlayınca, YÖK birden can simidi oluverdi. Bu kadrolaşma sürecini nispeten tamamladıktan sonra üniversitelere yolladığı “özgürlük ve güvenlik talimatnamesi”, iktidarın üniversiteleri nasıl denetim altına alacağına ilişkin yol haritası oldu. Özellikle 20 Temmuz 2016’da OHAL’in ilan edilmesi sonucu iktidar, kelimenin tam anlamıyla üniversiteleri arka bahçesi hali getirmeye çalıştı. Ancak, üniversiteliler üniversitenin gündemiyle memleketin gündemi arasına örülmeye çalışılan seti aşındırmakta, dönemin ruhuna uygun eylemlilikler geliştirmekte ısrarcı oldu. Memleketin gündemi yoksullukken, açlık sebebiyle intiharlar artmışken üniversite sıralarından bir ses yükseldi: “Geçinemiyoruz!” Bu ses, “ekonomik krizle, üniversitelileri geleceksizliğe mahkum edenlerle, YÖK düzeniyle geçinemiyoruz” şeklinde dalga dalga yayıldı. Üniversitelinin yaratıcı kimliği, devrimci müdahale kanallarını geliştirmekte her zaman alan açıcı olmasını sağladı. Bu yaratıcılık, kimi zaman bir fanzindi, kimi zaman bir çay kazanı, kimi zaman YÖK’e dair yaratıcı bir döviz… Üniversiteliler, memleketin tarihinde devrimci an’ları yaratan ivmeyi sırtlayan güçlerden biri oldu. Bu durumun son örneği ise, Boğaziçi Direnişi. İktidarın üniversitelere müdahalesinin sonucu olarak, son yıllarda üniversitelere bizzat saray tarafından kayyum rektörler atandı. Kayyum rektörler; üniversitede iktidarın gölgesi olarak, iktidarın ülkede gerçekleştirmeye çalıştığı her şeyi üniversite kampüsünde uygulamaya girişti. Son olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı Boğaziçi’nde başlayan direniş, diğer üniversitelere de sıçradı. Boğaziçi Direnişi, üniversite sıralarından taşarak memleketin gündemine yerleşti, bu anlamıyla üniversite gençliğinin potansiyelini kendine hatırlatmasına vesile oldu. YÖK ise, darbeci geleneğine uygun olarak üniversitelerdeki baskı ortamın artırdı. Bu durum, YÖK’ün kaldırılmasının üniversite gençliği için ne kadar acil bir talep olduğunu ortaya koydu. Hal böyleyken, yani üniversitelerin AKP-YÖK’ün arka bahçesi haline getirilmesine karşı, başka bir üniversite tahayyül eden üniversiteliler olarak YÖK’ün kaldırılması talebi tarihsel bir ödev gibi önümüzde dururken, büyük bir mirasa sahip öğrenci gençlik hareketi olarak ne yapmalı da bu mirası nostaljinin ötesinde sahiplenip tarihi inşa etmeli?
Sonuç Yerine YÖK’ün kuruluşu, üniversite gençliğinin direngenliğini bastırma amacı taşıyordu. YÖK- AKP düzenin kariyerizme hapsetmeye çalıştığı, geleceksiz bırakılan üniversiteliler olarak, üniversite ile memleket arasına örülen duvarı yıkmak,YÖK düzenini üniversitelerden kovmak elimizde. Üniversitelerde özerk, demokratik, anadilde eğitim mücadelesini büyütmek mümkün, biliyoruz. Sıra arkadaşlarımızla her bir araya gelişimizde “Farklı bir üniversite, farklı bir dünya mümkün” düşünü çoğaltıyoruz. Umudu dürtüp umutsuzluğu yatıştırmaya devam ediyoruz. Cüretimiz tarihimizdeki mirastan, üniversiteli olarak kendi öz gücümüzden geliyor. İstanbul Üniversitesi’nde yemekhaneye yapılan zamlara karşı eylem yaparken, Boğaziçi’nde kayyum rektörlere karşı sözümüzü söylerken, bütün eylemliliklerimizde üniversitelerin sıralarından toplumsal mücadelenin öznesi olduğumuz, YÖK düzenine karşı üniversite ile toplumu bütünleştirdiğimiz bir perspektif inşa ediyoruz. Edebiyattan gelenlerin, çayhanelerde bir sıcak çayı paylaşanların devamcısı olarak mücadeleye devam ediyoruz. Tarihimiz her daim ileriye gitmiyor, üniversite gençliğine saldırılar artıyor, baskılar büyüyor belki. Ancak biz, Benjamin’in bahsettiği “ezilenlerin geleneğine denk düşen bir tarih anlayışı”nın peşinde olmaktan vazgeçmiyoruz. Üniversitelinin kendi dertlerinin biricikliğini koruyarak, tüm ezilenlerin geleneğinden payımıza düşeni katıyoruz mücadelemize… Akıp giden zamana devrimci müdahalenin inşası için, üniversitelerde bir araya gelişlerimizi artırıyoruz. YÖK düzeni farklı veçhelerde karşımıza çıkmaya devam ederken, o düzeni değiştirecek iradeyi ortaya koymak için mücadele yollarından cebimize kalan çakılları biriktiriyoruz…