Öğrenci Faaliyeti Çevirileri | Gazze ve New York – Alexander Zevin

Kokunun en büyük olduğu yerde,

En büyük sözler söylenir.

Eğer birisi burnunu kapatmak zorunda kalırsa

Kulaklarını nasıl tıkacayak?

Bertolt Brecht, “Yunanistan’daki Muhafazakâr Kan Gölü Haberleri Üzerine”

İsrail’in Amerikan iç siyasetinde işgal ettiği özgün konumu anlamak için, Filistin konusunda birbirini izleyen savaşların uyandırdığı tutkuları, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin yarattığı tutkularla karşılaştırmak yeterlidir. İkincisi her yerde bulunsa da, ona olan bağlılık çoğunlukla sığ ve medya güdümlü olmuştur. Örneğin, liberal demokrasi ile otokrasi arasındaki mücadelenin dönmesi gereken Kiev’in kaderine yönelik ilginin, Hamas saldırıları ve İsrail’in Ekim ayındaki saldırısının ardından neredeyse tamamen yok olması, tüm dikkatleri Orta Doğu’ya yöneltti. O zamandan bu yana duyguların kamçılanmasında bir eksiklik yaşanmadıysa da, emperyal hesaplarla aşırı-belirlenmiş bir yüzyıllık Siyonist sömürgecilik ve bölgesel direnişten kaynaklanan gerçek nefret, korku ve öfkenin payı çok daha yüksektir. Avrupa’da Yahudilerin yok edilmesi ve Arapların Filistin’deki atalarının topraklarından sürülmeleri, dört kıtadaki akrabaları arasında yankılanmaya devam eden felaketlerdir.

Her iki tarafın da sahip olduğu silahlar ve topraklar gibi, Batı’nın elindeki maddi ve ideolojik kaynaklar da şaşırtıcı derecede eşitsizdir. ABD bu asimetriyi iyi yansıtan bir örnektir. Burada İsrail sadece derin duygu rezervlerinden değil, aynı zamanda iki ana partiyi ve onların standart coğrafi dağılımlarını kapsayan (Yahudilerden Hıristiyan Siyonistlere; Batı Los Angeles’ın sinagoglarından Doğu Teksas ve Alabama’nın devasa kiliselerine kadar) güdülenmiş seçmenlerden de faydalanabilir. Bir seçim manevrası meselesi olarak bu konu, İsrail’in bir Yahudi devleti olarak kurulmasına kademeli olarak destek veren Truman’a kadar uzanmaktadır; Truman’ın bu adımı kısmen 1946 ve 1948’de Demokratların beklentilerine dayanmaktaydı ve bunu yapmadığı takdirde New York’u kaybetme korkusu da buna dâhildi. O zamanki adıyla ‘Siyonist lobi’ o zamandan bu yana salt seçim hesaplarının gerektirdiğinin ötesine geçerek Washington’daki en gözü pek nüfuz operasyonlarından biri haline geldi. 

Stephen Walt ve John Mearsheimer bu lobinin faaliyetlerini ilk kez 2006 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında incelemişlerdir. ‘İsrail Lobisi’ni ABD’de bir yayın organında yayınlayamayan ikili, bu incelemeyi London Review of Books’ta yayınlamışlardı. Analizlerine göre, İsrail’e verilen olağanüstü düzeydeki askeri ve diplomatik destek hiçbir zaman rasyonel bir stratejik tercihi yansıtmıyordu, toplumda sağlam bir uzlaşı da yoktu, daha ziyade ‘ABD-İsrail ilişkilerinin samimi bir şekilde tartışılması Amerikalıların farklı bir politikayı tercih etmesine yol açabileceğinden’ daha geniş bir kayıtsızlığın ortasında ‘eleştirel yorumların adil bir şekilde duyulmasını engelleme’ becerisini yansıtıyordu. Bunu uygulamak üç şeye bağlıydı: yasama üzerinde sağlam bir hâkimiyet, yürütme üzerinde baskı ve kamuoyunu şekillendirmek için düşünce kuruluşları, üniversiteler ve medya genelinde gösterilen çabalar. Yirmi yıl sonra, mevcut kargaşa İsrail meselesinin bu alanların her birinde ortaya çıkan durumu hakkında ne gösteriyor?

Siyasi tecrit

Kongre üzerindeki uzlaşı perdesi bir ölçüye kadar daha boğucuydu. 11 Eylül’den sonra oğul Bush önce İsrail’e, İkinci İntifada’yı bastırmak için Batı Şeria’yı işgal eden Savunma Kalkanı Operasyonu’nu durdurması için baskı yaptı, çünkü bu operasyon, daha geniş kapsamlı Terörle Mücadele için işbirlikçiler aradığı Müslüman dünyasındaki ABD çıkarlarına zarar veriyordu. Kongre, Senato’da 94-2 ve Temsilciler Meclisi’nde 352-21 oyla kabul edilen bir yardım paketinin yanı sıra İsrail’i destekleyen iki kararla karşılık verdi. Yirmi yıl sonra, Ekim 2023’te, benzer bir karar alt meclisten 412-10 gibi daha büyük bir farkla geçti. Buna eşlik eden finansman tasarısı da daha önceki teklifi büyük ölçüde aşıyor: Ukrayna’ya yapılan ödemeler Cumhuriyetçiler tarafından çıkarılsa ve Demokratlar arasında daha yumuşak kalplere hitap etmek için Gazze’ye insani yardım amaçlı bir miktar eklense bile, Obama tarafından imzalanan bir anlaşmayla 2016’dan bu yana her yıl aldığı 3.8 milyar dolara ek olarak İsrail’e 14 milyar dolar göndererek iki partinin alkışları arasında geçeceğine şüphe yok.

Bilakis, bu rakamlar Kongre’deki görüş birliğini olduğundan az gösterirken, partilerin Kongre’deki tartışmaları engellemedeki belirgin rolünü gizliyor. Ekim kararına karşı çıkanların biri hariç hepsi Demokratlardı: AIPAC(Amerikan İsrail Halkla İşleri Komitesi) onlara karşı her zamanki saldırısını başlattıysa -Camaal Bowman ve Ilhan Omar ön seçimlerde rakipleriyle karşılaşacak- parti liderleriyle işbirliği içinde bunu yaptı ve bu çevrelerden gelen ateşkes tartışmalarını bastırmayı kendi görevleri olarak gördüler. Rashida Tlaib, böyle bir talepte bulunan protestocuları savunduğu ve El-Ahli Hastanesine yapılan saldırıdan dolayı İsrail’i kınadığı için ‘yanlış söylemleri teşvik etmek’ ve ‘İsrail devletinin yıkılması çağrısında bulunmak’ suçlarından gensoru aldı. Cumhuriyetçiler bu önergeye destek verdi, ancak aralarında New York’ta AIPAC’ten en çok para alan Ritchie Torres ve azınlık lideri Hakeem Jeffries’in de bulunduğu 22 Demokrat da önergenin geçmesi için onlara katıldı. Bu sonuncular daha sonra Nancy Pelosi, Chuck Schumer ve yeni Cumhuriyetçi Meclis Başkanı Mike Johnson ile birlikte, Amerikan ve İsrail bayrakları eşliğinde, ‘ateşkes yok’ ve ‘bir daha asla’ sloganlarıyla Alışveriş Merkezi’nde düzenlenen İsrail için Yürüyüş’e katıldılar.

Yetmiş Demokrat “Nehirden Denize” ifadesinin kullanılmasını reddeden bir bildiriyi çoktan imzalamıştı. İki uluslu tek bir devlet ‘Yahudi halkının soykırımı’ mıdır? Bu, pan-İsrail-Filistin Komünist Partisi de dâhil olmak üzere İsrail solunun tarihi programıdır. Bu Cumhuriyetçilerin kınamasından farklıydı. Tel Aviv ve Washington’un gerçek politikalarına kılıf sağlamak açısından daha da kötüydü: İsrail’in ‘kendini savunma hakkı ve yükümlülüğü’ adına bir ateşkesi dışlayarak, ‘Gazze’de Hamas tarafından canlı kalkan olarak alıkonulan tüm Filistinli sivillerin serbest bırakılması’ da dahil olmak üzere bazı koşulların yerine getirilmesi halinde ‘sınırlı bir alan ve zamanda insani bir duraklamadan söz ediyordu. İki milyonu birden mi? Nereye? Hellfire füzeleri ve diğer ABD yapımı mühimmat hastanelere, okullara, üniversitelere, apartmanlara, mülteci kamplarına ve konvoylara yağarken, Kongre tek Filistinli üyesinin sosyal medya paylaşımlarıyla meşgul oldu ancak Gazze yanarken parmaklarını kıpırdatmadılar.

Yıkım artarken, uğursuz bir ciddiyetsizlik hüküm sürmeye devam ediyor. Daha fazla üye ateşkesi, duraklamayı ya da sivillere zarar veren silah ihracınını yasaklayan yasaların uygulanmasını destekleyen bildirilere imza atmış olabilir; ancak bunların her biri, sanki başkentin seçilmiş temsilcileri değil de dışarıda bekleyen dilekçe sahipleriymiş gibi milletvekillerinin tuhaf pasifliğinin bir kez daha altını çiziyor. Meclis bunları görmezden gelerek, tatil zamanında Siyonizm karşıtlığını Yahudi karşıtlığı olarak tanımlayan bir karar tasarısı hazırladı: 311’e karşı 14 ve 92 oyla. Manhattan’ın Yukarı Batı Yakası kongre üyesi Jerrold Nadler kibarca kararın tarihle bağdaştırılamayacağını ve hatta ülkenin en çok Yahudi barındıran ikinci bölgesindeki seçmenlerini mevcut İsrail hükümetine yönelik temel eleştirilerinden dolayı zan altında bırakmak için kullanılabileceğini söyledi.

Bu kargaşanın ötesinde, Beyaz Saray geçmiş yönetimlerin senaryolarına uyarak kendiliğinden çalışıyor gibi görünüyor: dürüst bir arabulucu olarak ABD, anlaşmalar, çerçeveler ya da yol haritaları sunan daha geniş stratejik ya da ahlaki ufuklara işaret ediyor; iki devletli çözüm serabı. Biden koşarak Netanyahu’ya sarıldı. Blinken son bir ay içinde bölgeye dört kez gitti – her seferinde İsrail’e, ‘ortakları’ Ürdün, BAE, Katar, Bahreyn, Irak, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye ile birlikte gitti. Bir ‘dengeleme eylemi’ olarak tasvir edilen bu geziler, bir yandan İsrail’i kamuoyu önünde ‘itidal’ göstermeye ve ‘insani duraklamalara’ kefil olmaya çağırırken, diğer yandan da Kahire ve Amman’a, Gazze ve Batı Şeria’dan gelen mültecilerin yeni bir Nakba’sı için sınırlarını açmaları yönünde rüşvet vermeye çalıştı. Biden, Tel Aviv’deki kendi sallantılı görünümünde, Washington’un 11 Eylül deneyimine atıfta bulunarak, ‘adalet ararken ve adaleti sağlarken, hatalar da yaptık’ uyarısında bulundu. Bu hataların birçoğundan sorumlu olan bir siyasetçinin sözleri kulağa neredeyse kendi kendini yansıtan, bir dosta alçakgönüllülükle sunulan bir tavsiye gibi geliyordu – her ne kadar hangi hatalar olduğunu ya da bunların adaletle nasıl bağdaştırılabileceğini belirtmemesi hatayı hafifletse de.

Ancak uygulamada, İsrail’e yönelik kısıtlama hareketi daha çok sırt sıvazlama şeklinde olmuştur. Askeri açıdan bakıldığında, bölgeye yapılan malzeme sevkiyatının tam tersi bir amacı vardı: Lübnan’da Hizbullah’ı sıkıştırmak ve İran’ı caydırmak, böylece İsrail’in herhangi bir müdahale olmaksızın kara harekatını gerçekleştirmesini sağlamak. Bu nedenle Doğu Akdeniz’e iki uçak gemisi saldırı grubu, en az bir ilave nükleer denizaltı, Raf Lakenheath’tan savaş uçakları, A-10 kara saldırı uçakları ve hava savunma sistemleri gönderildi. ABD Negev’den sinyal trafiğini izlerken, insansız hava araçları Gazze’yi yukarıdan gözetliyor; açık denizde ise İngiltere’nin Kıbrıs’taki Egemen Üs Bölgelerine açık erişimi var, burada Akrotiri silah teslimatları için bir merkez görevi görüyor ve NSA İsrail’e hedefleme desteği de dahil olmak üzere istihbarat sağlıyor. Bölgede yaklaşık 57,000 asker ve sözleşmeli personel görev yapıyor; bazıları Irak ve Suriye’deki üslerden saldırılar düzenliyor ve buralarda ‘İran destekli’ milislerin ateşi altında kaldıklarını iddia ediyorlar. ‘Gerilimi önlemek’ amacıyla yapılan bu tırmanışlara karşı itidal ne anlama geliyor? İsraillileri ‘daha küçük bombalar kullanmaya’ teşvik etmek – ki ABD onlara şehir sokaklarını şarapnellerden oluşan bir çekirge sürüsü gibi darmadağın eden sığınak delicilerle donatılmış bombalar sağlıyor.

Diplomatik açıdan Yönetim’in tutumu daha da sert olmuştur. Ne kadar yumuşak ya da dişsiz olursa olsun İsrail karşıtı BM oylamalarını engellemek -ABD 18 Ekim’de Brezilya’nın tüm sivillere yönelik şiddeti kınayan ve yerinden edilmiş Filistinlilere insani yardım çağrısında bulunan karar tasarısını veto etti- ki bu standart bir uygulamadır. Bu aynı zamanda İsrail’in, bu haber baskıya girerken üçte ikisi kadın ve çocuk olmak üzere 20,000’e yaklaşan sivil katliamını metodik bir şekilde gerçekleştirmesi için zaman kazandırırken, ABD de katliamın sonunda Gazze’den geriye kalanları yönetmek için bir mekanizma icat etmek üzere müzakerelere öncülük ediyor. Mısır ve Ürdün’e her biri bir milyon mülteciyi kabul etmeleri için yapılan baskılar, mali yardımlara ve Biden’ın ‘özel insani yardım elçisinin’ sözde desteğine rağmen boşa çıkmış görünüyor. Ancak geriye pek çok başka seçenek kalıyor: Araplar, BM ya da NATO himayesinde uluslararası bir gücün Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye zorla aşılanmış yerel bir figür olarak kullanılması.

ABD’nin uluslararası alanda artan ateşkes çağrılarına karşı çıkması kategorik ya da süresiz değil, zamanlamasını ve şartlarını kontrol etmeye yöneliktir. Yürütme organı içindeki fikir ayrılığı hikayelerinin çoğu bu ışık altında okunmalıdır. İsrail 12 Ekim’de Gazze’nin kuzeyindeki Filistinlilere evlerini terk etmelerini söylediğinde, Dışişleri Bakanlığı kara harekatına hazırlanırken personelini üç ifadeden kaçınmaları konusunda uyardı: ‘gerilimi azaltma/ateşkes’, ‘şiddete/kan dökülmesine son verme’, ‘sükuneti yeniden tesis etme’. O zamandan beri pek çok ‘sızıntı’ basitçe bu direktifin varyasyonları oldu; bir tempo sorunu. Washington Post bir ay sonra, Ukrayna’da iki yıldır devam eden çatışmalarda teyit edilen sivil ölümleri toplamı aştığında, ‘Beyaz Saray İsrail’in saldırısı karşısında hayal kırıklığına uğradı ama çok az seçenek olduğunu düşünüyor’ diye yazdı.

Konudan sapmak

İktidar koridorlarının aksine, şu anda en zayıf görünen şey kamuoyu üzerindeki hakimiyettir. Amerikalı seçmenlerin üçte ikisi ateşkesi desteklerken, bu oran Demokratlarda yüzde 80’e çıkıyor. Son yirmi yılda ilk kez, Filistinlilere İsraillilerden daha fazla sempati duyduklarını söylüyorlar. Biden’ın 18-34 yaş grubu arasındaki oyları 15 puanla en çok düşen aday oldu ve yüzde 70’lik bir kesim onun savaşı ele alış biçimini onaylamıyor. Şimdiye kadar siyaset düzeyinde ifade edilmesi engellenen Filistinlilerle dayanışma, kültür endüstrisinde geniş bir yer buldu: haber kaynakları ve dergiler, reklamcılık ve sosyal medya, sanat ve film dünyası, akademi. Walt ve Mearsheimer’ın da belirttiği gibi, İsrail’in özel statüsü geleneksel olarak tartışmalardan yalıtılmış olmasıyla tanımlandığından, bu durum başlı başına bir kriz işaretidir; kamuoyunun onayının trompe l’oeil görüntüsü genellikle bunun fiilen uygulanması için yeterlidir.

Bu nedenle pek çok mal sahibi, yönetici, kayyum ve idarecinin, yönettikleri kurumların içinden gelen muhalefete karşı sert tepkileri, göstermelik sapmaların bile sert bir şekilde cezalandırılmasına neden olmaktadır. Bağışçılara, abonelere, biletlere, tıklamalara ve bir dereceye kadar devletin iyi niyetine bağımlı olan ‘en iyi uygulama’ her şeyi kontrol altında tutmaktır. Bu ne kadar başarılı oldu? Bir yandan, bu ortamın elindeki araçlarla, tonuyla ve kelime dağarcığıyla yürütülen bir kelimeler savaşı bu: gözdağı, tehdit, zorbalık, güvensiz koşullar suçlamaları; kabul edilebilir konuşmanın polisleştirilmesi. Anti-Defamation League, ‘Nehirden Denize’nin ‘katliamcı’ olduğu gerekçesiyle yasaklanması için büyük bir çaba sarf etmiştir. Bu dil oyunları, beyaz yakalı çalışmanın ağırbaşlı bağlamında şiddeti ima etmelerinden güç alıyor; bombalanan ve kuşatılanların acılarıyla karşı karşıya geldiklerinde, bu konuda bir itirazı olabileceklerin gözünü korkutmak için, tam tersi bir tepkiyi kışkırtma riski taşıyorlar. Genç Amerikan-Yahudi entelektüel prekaryasının en seçkin isimleri -yazarlar, sanatçılar, akademisyenler- ‘Siyonizm karşıtlığı eşittir antisemitizm’ formülünü kınayan ve ‘şirketlere ait bir derginin’ bunu yayınlamayı reddetmesinin ardından n+1 tarafından ‘Tehlikeli Bir Çatışma’ başlığı altında yayınlanan etkili bir bildiriye imza attılar.

Ancak kamuoyu önünde tavır almanın sonuçları yeterince ciddi oldu. New York’ta mektuplar ve karşı mektuplar havada uçuştu; kimileri heyecanla kimileri de pişmanlıkla her ikisini de imzaladı. İstifalar ve kovulmalar da öyle. Artforum’un sahibi, milyarder kamyon şirketi varisi Jay Penske, ‘Filistin halkıyla dayanışma içinde olan’ bir açık mektup yayınladıktan bir hafta sonra editörünü işten çıkardı. Onu görevden alma kampanyasının, galericiler Dominique Lévy, Brett Gorvy ve Amalia Dayan (1930’lardaki Haganah baskısına kadar uzanan kariyerinde Süveyş ve Altı Gün Savaşı sırasında IDF saldırılarını yöneten kiklop general Moshe Dayan’ın torunu) tarafından yönetilen kamusal bir yüzü ve milyarder bir Bed Bath & Beyond varisinin sanatçılara, galerilere ve diğer koleksiyonerlere imzalarını kaldırmalarını ve reklamlarını çekmelerini söylediği özel bir yüzü vardı. 92nd St Y’deki şiir merkezi çalışanları, yönetim kurulunun Viet Thanh Nguyen’in London Review of Books’ta yayınlanan ve ateşkes ve Gazze’ye yardım çağrısında bulunan ‘sivillerin kasıtlı olarak öldürülmesini’ kınayan bir mektubunu imzalaması üzerine konuşmasını iptal etmesi için baskı yapması üzerine istifa etti.

New York, iki bariz nedenden ötürü bu mevzi savaşının verildiği yerdir: en önemli müzelerin, üniversitelerin, yayıncıların, şirket merkezlerinin, bankaların ve kâr amacı gütmeyen kuruluşların bulunduğu yer olması ve dünyadaki diğer tüm şehirlerden daha fazla Yahudi’ye ev sahipliği yapması. Bu nedenle İsrail devletiyle duygu ya da akrabalık bağları ne kadar yoğunsa, bu bağı olmayan, uygulamayan ya da eleştirel hatta düşmanca geleneklerden gelen Yahudilerin yoğunluğu da o kadar fazladır: Satmar Hasidim, hayal kırıklığına uğramış İşçi Siyonistleri ve onların soyundan gelenler de dâhil olmak üzere sosyalistler. ‘Yahudi topluluğunun’ merkezi olan şehir, aynı zamanda kendi büyüklüğünün dörtte birinden daha az bir Arap diasporasına da ev sahipliği yapmaktadır; bu diaspora özgür bir Filistin için daha geniş taleplerde bulunmakta ve yanlarında çok sayıda Yahudi New Yorklu olmasına rağmen antisemitizm suçlamalarının yükünü çekmektedir.

Yazılı basında New York Times, büyük tirajlara sahip liberal akranlarına kıyasla Ekim başından bu yana savaşla ilgili en kapsamlı haber ve analizlere yer verdi: Guardian’ın haberciliği, Yuval Noah Harari ve Jonathan Freedland’ın Netanyahu’yu kınayabilen ancak Hamas’taki ‘farklı türden bir düşmana’ karşı savaşını kınamayan ya da ateşkes çağrısında bulunmayan bir görüş bölümünü desteklediği, Oxfam’dan alınmış bir dükkan kadar zayıf; bu, Jake Tapper’ın sonunda İsrail kabinesini Arap karşıtı bağnazlık ve Batı Şeria’da bir ay içinde 170’ten fazla Filistinlinin öldürülmesi nedeniyle suçlayabildiği CNN’in bile standartlarının altında. The Economist ise her zamanki gibi kendi kulvarında, “İsrail Neden Savaşmaya Devam Etmeli” gibi başlıkları, yerle bir olmuş Gazze fotoğraflarının altında yayınlıyor.

Kasım ayının başında bazı yayın organları yeniden ayarlama yapmaya başladı. El-Şifa Hastanesi’nin bombalanması bir dönüm noktası oldu belki de -nöbetçi bebekler, elektrikler kesilirken hemşirelerin yakarışları, bodrum katının Hamas için bir ‘komuta merkezi’ (daha sonra bir ‘bağlantı noktası’) olduğu iddialarıyla birlikte saldırının tüm gerekçeleri bastıran görüntüler ve sesler. New Yorker ölüm ve yıkımdaki eşitsizlikten duyduğu rahatsızlığı dile getirdi ve editör David Remnick bizzat görmek için İsrail’e gitti (liberal yelpazenin sağ ucunda yer alan Atlantic , eski IDF gardiyanı Jeffrey Goldberg’in yönetiminde Filistinlileri görmezden gelmeye devam ederken bile). Times yayın kurulu da köşeyi döndü. ‘İsrail’in savunmak için savaştığı şey, insan hayatına ve hukukun üstünlüğüne değer veren bir toplumdur’ şeklindeki ilk açıklamasını gözden geçirmeden, 3 Kasım’da insani bir duraklamanın ‘denemeye değer’ olduğunu düşündü ve bir hafta sonra tarihçi Ömer Bartov’un Gazze’deki ‘dayanılmaz ve savunulamaz’ şiddeti durdurmak için hızla harekete geçilmesi çağrısında bulunan ‘konuk makalesini’ yayınladı.

Ancak buna, muhabirlerinin 41. Cadde’ye aktardıklarıyla alay etme eğiliminde olan bir yayın tarzı eşlik ediyor – pasif ses kurguları ve kimin kime ne yaptığını söylemeyi zorlaştıracak kadar ayrıntılı çitlemeler. İsrail bir mülteci kampını bombaladıktan sonra: ‘Gazzelilerin hava saldırısı olduğunu söylediği patlamalar yoğun mahallede çok sayıda can kaybına yol açtı’; ‘çatışmaların patlak verdiği’ hastaneler; ‘Hamas tarafından yönetilen sağlık bakanlığına’ atfedilen can kaybı rakamları hakkında şüphe uyandırıyor. Yine de eski medya arasında -Washington Post Gazze rakamlarını neredeyse anında destekledi- olduğu kadar kendi içlerinde de uçurumlar görülüyor. Kasım ayının sonlarına doğru Times ‘ın baş sayfasındaki bir haberde ‘ölümlerin hızına’ ve ‘yoğun kentsel alanlarda 2,000 poundluk bombalar da dahil olmak üzere çok büyük silahların kullanılmasına’ dikkat çekilerek ‘bu yüzyılda çok az emsali olduğu’ belirtiliyordu – bir diğeri çatışmalardaki duraklamanın Hamas’a yaradığını ima ederken ve yayın kurulu Oslo’daki ‘atılımdan’ bu yana başarısızlığından Filistinlileri sorumlu tutarak iki devletli çözümü canlandırmak için aptalca çağrılarda bulunuyordu.

Bu uluslararası medya kuruluşlarının altında, yerel entelektüellerin kaygılarına daha yakın duran bir New York dergileri tabakası yatmaktadır. Yahudi kültürüne ilgi duyan pek çok kişi benzer kuşak, sınıf ve siyasi bölünmelerle parçalanmış durumda. Sağ tarafta, Tablet ‘in X kuşağı editörleri İsrail’in PR’ını papağan gibi tekrarlıyor, ‘Filistinlilerin şiddete maruz kaldığı sahneleri’ kınıyor, Yale’i Katar üzerinden Hamas’la karşılaştırıyor ve Biden’ı İran’ı ve vekillerini ‘cezalandırmak’ için çok az şey yapmakla ve böylece ‘misillemeye karşı kalkan oluşturmakla’ suçluyor. Eski CPUSA(ABD Komünist Partisi) unvanından 2018’de Tablet ‘e karşı ilerici bir meydan okuma olarak yeniden canlandırılan Jewish Currents , 7 Ekim’den sonra nasıl bir çizgi izleyeceği konusunda yoğun iç savaşlar yaşadı, ancak antisemitizmin araçsallaştırılmasına ve ABD’de Filistin yanlısı söylemin bastırılmasına karşı makaleler ve Gazze ve Batı Şeria’daki saldırıları ‘ders kitabı niteliğinde soykırım vakaları’ olarak nitelendiren gönderileriyle açıkça bin yıllık bir görüşü yansıtıyor.

Muhalefet , Siyonistleri ve ‘demokratik sol’un sekizinci ya da dokuzuncu on yıllarındaki liberal müdahalecilerini -Michael Walzer, Michael Kazin ve diğerleri- üçüncü ya da dördüncü on yıllarındaki farklı bir grupla birleştiriyor. Tipik olarak, her ikisine de sahip olmaya çalışmıştır: Joshua Leifer 11 Eylül’den sonra Brooklyn’deki ‘aşırı sol’u teröristlerin yanında yer almakla suçlayarak büyüklerini yineliyor; Gabriel Winant ‘her iki taraftakiler için de eşit yas tutmanın mümkün olduğuna dair gerçek insani duygunun trajik bir şekilde doğru olmadığını’ savunuyor. Bir tarafın muazzam bir yas tutma makinesi var, dünyanın en iyisi … diğer taraf yas tutmaya aç. Bu toplum içi alışverişlerden biraz uzakta, n+1 ve Jacobin en tutarlı pozisyonları belirledi. İlki, Saree Makdisi gibi edebiyat eleştirmenlerini ve 7 Ekim saldırısının ‘dünyanın sınırlarında bir delik’ açtığı konusunda özür dilemeyen BLM’in(Black Lives Matter) akışındaki diğer yazarları yayınlarken; ikincisi, daha az lirik tonlarda, ana akım Demokratları bir ateşkesi desteklemedikleri için eleştirirken, küresel olarak Filistin yanlısı hareketlerle bağlantılı olduğu takdirde bir ateşkesi zorlamak için emeğin olanaklarını vurguluyor.

Etkilenebilir zihinler

Bu yazarların çoğunun okuduğu ve çalıştığı üniversite kampüsleri uzun zamandır İsrail Lobisi’nin hedefinde. İkinci İntifada sırasında, Filistin yanlısı öğrenci gruplarına ve öğretim üyelerine karşı büyük yatırımlar yapmış, onları Demokrasi Kervanı, David Projesi, Kampüs İzleme, Kanarya ve Kampüste İsrail Koalisyonu gibi kuruluşlar aracılığıyla izlemişti; bu sonuncusu kısmen AIPAC tarafından çalıştırılıyor, milyarder Adam Milstein tarafından finanse ediliyor ve görünüşe göre ABD yasalarını ihlal ederek doğrudan İsrail’e rapor veriyordu. Kampüs örgütlenmesinde bir dayanak noktası olarak BDS’nin(Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi) büyümesi, Ekim ayından bu yana yaşanan protesto dalgasıyla başa çıkmak için yeniden harekete geçen bu kuruluşların yenilenmiş bir itici güç olmasını sağladı.

Harvard Yard’da dolaşan Accuracy in Media kamyonları, Filistin Dayanışma Komitesi mektubunu imzalamaya cesaret eden lisans öğrencilerinin yüzlerini, isimlerini ve adreslerini sergilerken, Filistin’de Adalet için Öğrenciler, Apartheid Karşıtı Koalisyon, Barış için Yahudi Sesleri ve Mit, Brandeis, Columbia’daki diğer grupların kısmi ya da kalıcı olarak uzaklaştırılmasıyla, bunlar elit bir kültür savaşının son parlama noktaları olarak geniş çapta rapor edildi. Anti-Defamation League, Filistin’de Adalet için Öğrenciler’in ‘yabancı bir terör örgütünü maddi olarak desteklemekten’ soruşturulması için baskı yaptı. Birliğin lideri özel hayatında İsrail’in gençler arasındaki nüfuz kaybına kafa yoruyor ve ünlülerin bu sorunu çözüp çözemeyeceğini merak ediyor. Times için protestoları takip eden muhabirler, savaşı hiçbir ilgisi olmayan bir sömürge ve sosyal adalet bağlamına yerleştiren ‘akademik jargonun’ etkilenebilir zihinler üzerindeki zararlı etkilerine aniden dudak büktüler.

Ancak bu baskı elit üniversitelerle ya da Florida’daki Cumhuriyetçilerin kontrolü altındaki büyük devlet okullarıyla sınırlı değil. ABD’deki en büyük kentsel kamu sistemi olan New York Şehir Üniversitesi, Filistinlilerle dayanışma ifadelerini ‘Hamas’ı kutlamak ya da desteklemek için mitinglere sponsorluk yapan iç örgütler’ olarak damgalayan açıklamalar yayınlayan rektörü ile çift namlulu bir baskıya maruz kalmaktadır, New York Valisi Demokrat Kathy Hochul, tüm eyalet binalarının mavi ve beyaz renklerle aydınlatılmasını emrettikten sonra İsrail’e uçarak ‘gayri medeni’ dünyaya karşı medeni dünya’ya desteğini gösterirken bile Cuny’nin 25 kampüsünde antisemitizmin kökünü kazımak için bir ‘soruşturma’ başlattı. Burada yetkililer için sorun, yüzde 40’ı göçmen ve yüzde 75’i beyaz olmayanlardan oluşan ve Filistin yanlısı seslerin yükseldiği 200,000’den fazla işçi sınıfı öğrencisidir.

Protestolar üniversitelerin ötesine geçerek ABD’deki büyük ve orta ölçekli şehirlerin çoğuna yayıldı; ancak burada da merkez üssü New York oldu. Ekim ayının ortalarına gelindiğinde, nispeten küçük ama günlük eylemlerden oluşan bir model oluşmuştu: Filistinli örgütler -Awda, In Our Lifetime, Palestinian Youth Movement- tarafından dsa ya da People’s Forum ile birlikte düzenlenen, şehir merkezindeki noktalardan BM’ye doğru yürüyen birkaç bin kişilik gösteriler; Brooklyn’in güneyinde çeşitli Arap topluluklarının yaşadığı Bay Ridge’de coşkulu, sıkışık protestolar; Black Rock, jp Morgan, New York Times ofisleri ya da Macy’s Şükran Günü Geçit Töreni güzergahında en fazla birkaç yüz kişinin katıldığı işgaller. En görkemlileri ise Barış İçin Yahudi Sesi’nin öncülüğünde gerçekleştirilmiştir: Grand Central İstasyonu’nun kapatılması, Özgürlük Adası’nın ele geçirilmesi, Manhattan Köprüsü’nün kapatılması, ‘Bizim Adımıza Değil’ yazılı siyah tişörtlerden oluşan bir kitle. Bu koalisyonların önündeki zorluklardan biri büyümek ve birleşmektir; daha ürkütücü olan bir diğeri ise sivil itaatsizliğin ötesine geçmektir. Uaw, posta işçileri ve birçok yerel sendikanın ateşkes ilan etmesinden bir ay sonra Beyaz Saray önünde ateşkes ilan edilmesini destekleyen en büyük sendika oldu. Ancak bunu çok az sayıda endüstriyel eylem takip etti. Kampüs, sokak ve işyeri arasındaki bağlar zayıf ya da hiç yok; bu bağları kurmak, siyasi sınıfın rehavetini kırmak ve emrindeki savaş makinesini engellemek için en iyi şansı sunuyor.

Hegemon ve yardımcısı

Burada New York ve Londra’daki olayları kısaca karşılaştırmak aydınlatıcı olabilir. 

İngiltere’nin başkentindeki gösteriler -Batı’daki en büyük gösteriler ve Kasım ayı boyunca her hafta bir kat daha büyüyerek yaklaşık bir milyona ulaştı- 2008’in ötesine, 2003’e kadar uzanan ekonomik ve siyasi krizlerden doğan solun güçlü ve kırılgan yönleri hakkında dolaylı bir fikir veriyor. West End’den ya da Westminster Köprüsü üzerinden Vauxhall’daki ABD Büyükelçiliğine doğru akan insanlık denizi, kaçınılmaz olarak bu protesto düzeyini harekete geçiren son olayı hatırlatıyor. Blair ve Brown’ın Bush’un yanında İngiltere’yi bu yangına sürüklemesinden on yıl sonra İşçi Partisi liderliğine ilk adaylığını koyduğunda Corbyn’e ahlaki cazibesini kazandıran Irak’ın işgaline yüksek sesle karşı çıkmasıydı. Bugün partiyi sarsan kriz duygusu da aynı acımasız kararlılığı yansıtıyor; mevcut lider, İsrail Büyükelçiliği ve Blair’i sıfırlayarak selefinin tasfiyesini, seçim çıkarlarının ya da parti içi yönetimin gerektirdiğinin çok ötesinde sürdürüyor.

ABD’de olduğu gibi, halkın hissiyatı ile bunun anlamlı siyasi ifadesi arasında bir uçurum açıldı: 

İşçi Partisi seçmenlerinin yüzde 80’i, Muhafazakarların ise yüzde 64’ü ateşkes istiyor. Aradaki farklardan biri, konunun Britanya’da harekete geçirme ve dolayısıyla bu bölünmeyi dramatize etme kapasitesidir. Keir Starmer, İsrail’in Gazze’nin su, elektrik ve gıdasını kesmeye hakkı olduğu yönündeki ilk açıklamasını, bu taban dalgası karşısında, kendisine özgü o alabora edici hukuk diliyle, ‘uluslararası hukuka uyduğu takdirde’ sürekli olarak değiştirdi. Uygulamada ise Parlamento’da bu standarda uyulmasını sağlamaya yönelik tüm çabaları engelledi. SNP kendi ateşkes önergesini verdiğinde, Starmer bu önergeye oy veren milletvekillerinin görevden alınacağı uyarısında bulundu. 56 milletvekili, İşçi Partisi’nin Müslüman seçmenler arasındaki desteğinin yüzde 75’ten yüzde 5’e düştüğü ve Bradford’dan Birmingham’a, Blackburn’den Luton’a baskı altındaki milletvekillerinin oylarını belirlediği bir ortamda, yine de değişikliği desteklemek için kamçıya meydan okudu. Ekim ayından bu yana elli yerel meclis üyesi partiden istifa etti.

Westminster’ın tepelerinden Burnley Konseyi’ne uzanan bu olağandışı fikir ayrılığı, Corbynizm’in emperyalizm karşıtı unsurunun çekirdek seçmen kitlesinin ötesinde yankı bulma potansiyeline sahip olduğunu gösteriyor. 

Ya bu tür spontane protesto sahneleri ve imparatorluk reflekslerine muhalefet hareketleri, bir sonraki Başbakan’da polis copu yerine bir tribün bulsaydı? PLP’nin dışında ve ancak o zaman içinde gerçekleşen protestolar antisemitizm karalamasının sınırlarını da ortaya koydu: Guardian ve BBC tarafından sistematik olarak, böyle bir suçlamanın ahlaki büyüklüğü karşısında şok geçiren ve bunu yeterince çürütemeyen yumuşak huylu bir savaş karşıtı aktiviste uygulandığında, oldukça etkili oldu. Ancak Muhafazakar İçişleri Bakanı’nın bunu barış ve adalet pankartları altında yürüyen yaklaşık bir milyon insan üzerinde denemesi başka bir konuydu: bu kez giden ‘nefret yürüyüşleri’ değil kendisi oldu.

Emperyal merkezde ise farklı bir dinamik işliyor. 

Eğer İngiliz solu, Afganistan’ın işgalinden bu yana her emperyal askeri maceraya karşı seferber olan ‘Savaşı Durdurun’ örgütlenmesinden hala yararlanabilirke, Amerikan solu kendi sınırlarıyla hesaplaşıyor. ABD’de Demokratik Sosyalistlerin önde gelen ismi Bernie Sanders, diğer üst düzey Demokratlarla aynı çizgiyi benimseyerek ateşkesi desteklemeyi reddetti: iki ay boyunca tekrarladığı gibi, bunu yapmak İsrail’in ortadan kaldırmak için her türlü hakka sahip olduğu Hamas’a zafer kazandıracaktır. Sanders’ın Corbyn ile karşılaştırıldığında, kendi merkez sol partilerine liderlik etme ve yeniden yön verme konusundaki başarısız girişimlerinden bu yana izlediği yörünge, hüküm süren düzenlere yönelttikleri farklı türden meydan okumalara işaret etmektedir. Öncelikle, ABD’de antisemitik bir karalama kampanyasına ihtiyaç duyulmadı: sadece olası etkinliği her zaman tartışmalı olduğu için değil -Sanders Yahudi’dir ve ABD’de, İngiltere’de olduğu gibi, işgüzar bir kurul aracılığıyla vantrilokluk yapmalarını zorlaştıracak kadar çok Yahudi yaşamakta ve birbirleriyle açıkça anlaşamamaktadır- ama siyasi gerekçelerle.

Kampanyasını sonlandırdıktan ve 2020’de Biden’ı destekledikten sonra Sanders, dört yıl önce Demokrat liderliğe katıldığında zaten başlamış olan bir süreçte, övgü ve komite başkanlığı yağmuruna tutuldu. 

Pek çok kişi, Sanders’ın İsrail konusundaki tutumu nedeniyle Y kuşağı hayranlarının yaşadığı hayal kırıklığına dikkat çekerek, Sanders’ın devlet adamlığı yönünü onların ikircikli tutkularına tercih etti. Ancak bu gelişmenin başka bir okuması da mümkün. Sanders ve baş dış politika danışmanı, Biden’ın Ukrayna konusunda NATO’nun agresif tepkisini ‘ilerici seçenek’ olarak öne çıkarmasını övdüklerinde, onları eleştirmek için yükselen sesler şimdikinden daha az ve daha yumuşaktı. Ancak Beyaz Saray’ın her fırsatta altını çizdiği ve her ikisi için de yeni fonlar sağlama girişimlerinde bu çatışmaları birbirine bağladığı gibi, Amerikan imparatorluğu alakart olarak sunulmamaktadır. Hazine Bakanı, Gazze’deki savaşın başlangıcından itibaren vatandaşlarına güvence verdi: aynı anda iki savaş için ödeme yapmayı ‘kesinlikle karşılayabilirlerdi’.

Alexander Cockburn bu sorunu on yıllar önce tespit etmişti. 

Sanders’ı hiçbir zaman sevmeyen Cockburn’ün Sanders’a yönelik eleştirileri siyasiydi: ‘Vermont’lu “bağımsız” sıcak hava fabrikasını’ Clinton’ın sosyal yardımların içini boşaltmasından sonra bile solu Demokratların safına çekmekle ve suç yasasına, NATO’nun Sırbistan’ı bombalamasına ve Afganistan ve Irak’taki savaşları finanse etmek için oy vermekle suçluyordu. Cockburn, 1960’larla karşılaştırıldığında o dönemde ortaya çıkan savaş karşıtı hareketin kırılganlıklarını analiz ederken, her ikisinin de yalnızca savaşı durdurmadaki başarılarıyla değerlendirilmemesi gerektiğini savundu: ‘savaş karşıtı hareketler genellikle en çok sonraki yaşamlarında önemlidir, yeni bir nesle direniş tutumları ve taktikleri konusunda eğitim verirler’.  Bugün sol hareketlerin, gençlerin ve beyaz olmayan insanların çoğunun Filistin’de yaşananlardan ve buna zemin hazırlayan Demokratlardan tiksindiği yeni bir durumla karşı karşıyadır: Anti-emperyalizm popüler bir pozisyondur ve bu iki hedefi ileriye taşıyacak bir sonraki adım ne olursa olsun, ekonomik yeniden dağıtım projesinin dışında kalamaz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir