Tarih boyunca savaşlar, kapitalist sistemin kriz yönetme biçimi olarak işlev gördü. Sömürüye dayalı bu düzende savaş; kaynakların yeniden paylaşımı, halkların bastırılması ve siyasal iktidarların konsolidasyonu için araçsallaştırıldı. Emperyalist devletlerin yürüttüğü bu paylaşım savaşları, artık kamuoyu nezdinde meşruiyetini büyük ölçüde kaybetse de, 2025 itibarıyla en kanlı biçimleriyle sürüyor. Hindistan-Pakistan hattından Filistin’e, Ukrayna’dan Yemen’e kadar halklar bir yandan direniyor, bir yandan da açlıkla, bombalarla ve sistematik soykırımlarla yüz yüze bırakılıyor.
Medya manipülasyonları nedeniyle bu bölgelerde yaşananların tüm yönlerini bilemesek de, kayıpların büyüklüğünü ve görünmezleştirilen yaşamların milyonları bulduğunu biliyoruz. Bugün savaş ve “barış” söylemleri, sadece Ortadoğu’da değil, Türkiye’de de ezilen halklar üzerinden kurulan bir siyasal diyalektiğin parçası olarak önümüzde duruyor. Bu diyalektik; tarihin ilerleyen sayfalarında Vietnam’da, Latin Amerika’da, Filistin’de halkların direnişiyle şekillendiği gibi, bu topraklarda da Kürt halkının on yılları bulan özgürlük mücadelesiyle yerini aldı.
Bu mücadelenin içinde geçmişte birçok kez gündeme gelen barış girişimleri, çözüm süreçleri ve ateşkes çağrıları oldu. 1990’lardan bugüne defalarca ilan edilen tek taraflı ateşkesler, 1999 sonrası başlayan siyasi geçiş süreci ve en son 2014’teki çözüm süreci; sistemin inkâr ve imha politikalarının çatladığı anlara işaret etti. Bugün ise, 12 Mayıs 2025 tarihinde kamuoyuna yansıyan silah bırakma kararı ile, bu tarihsel sürecin yeni bir eşiğe geldiği açık. Kürt halkının yürüttüğü mücadele, artık yalnızca bir direniş başlığı değil; Türkiye’de barış, demokrasi ve halkların eşit geleceği tartışmasının da merkezinde duruyor.
Bugün bize düşen; geçmiş deneyimi yalnızca hatırlamak değil, bu deneyimi geleceği örgütlemek için kullanmaktır. Üniversiteli gençlik açısından, devam eden sıcak çatışmaların ortasında barışı bir ütopya değil, örgütlenmesi gereken tarihsel bir görev olarak görmek hayati bir noktada duruyor. Bu yazı, savaşın güncelliği kadar, barışın da güncelliği üzerine söz kurma ve bu sözün altını üniversite penceresinden doldurma gayesi taşıyor. Sıcak çatışma bölgelerine bakarken, buradan nasıl bir barış pratiği üreteceğimizi tartışmaya açmak istiyoruz.
Bugün savaş, özellikle Ortadoğu’da hiç olmadığı kadar geniş bir politik çöküş alanı yaratmış durumda. Gazze’de süren soykırım; 7 Ekim direnişiyle birlikte halkların hafızasına yeni bir kırılma olarak kazındı. ABD ve İsrail ekseninde büyüyen emperyalist saldırganlık, yalnızca Filistin’i değil; Lübnan’ı, Suriye’yi ve Irak’ı da çok yönlü bir paylaşım savaşının parçası hâline getiriyor. Direniş cephesi bu saldırılara yanıt üretmeye çalışırken, emperyalist merkezler halkların direnişini parçalamak için medya, diplomasi ve doğrudan askeri güç kullanıyor.
Suriye özelinde ise tablo daha karmaşık. Uzun yıllar süren iç savaş, cihatçı çetelerin halklara dönük katliamları ve Türkiye’nin doğrudan müdahil olduğu operasyonlar, ülkeyi emperyal projelerin satranç tahtasına çevirdi. Demokratik yönetim iddiasıyla bölgeyi yeniden kurmak isteyen halk güçleri, hem dış müdahaleler hem de uluslararası yalnızlaştırma politikaları nedeniyle ağır bedeller ödüyor. Tüm bu gelişmelerin ortasında ise, Kürt halkının bölgedeki statü talebi hâlâ geçerliliğini ve tarihsel meşruiyetini koruyor.
Türkiye açısından bu gelişmelerin iç politikaya yansıması da açık: Kürt halkıyla yürütülen görüşmeler, Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı çağrıyla yeniden gündeme geldi. İmralı hattında başlayan temaslar, yeni bir çözüm sürecinin kapısını aralayabilecek bir politik zemin yaratmış görünüyor. Ancak bu zemin, geçmişte olduğu gibi yalnızca devlet aklının çizdiği sınırlar içinde kalırsa, gerçek bir çözüme evrilmesi mümkün değil.
Barış, yalnızca silahların susması değil; halkların siyasal özne olarak tanınması, eşit yurttaşlık temelinde anayasal güvencelerle haklarının garanti altına alınmasıdır. Türkiye’de kalıcı barış, Kürt halkının statü ve temsil hakkı tanınmadan, içi boş ‘kardeşlik’ masallarına sıkıştırılarak sağlanamaz.
Gençlik hareketinin bu noktada rolü büyüktür. Üniversiteler, sadece teorik bilgi üretilen alanlar değil; barışın toplumsallaştırılacağı politik alanlar olmak zorundadır. Bugün barışı savunmak, Saray rejiminin savaş politikalarına karşı gerçek bir seçenek örgütlemektir. Ve bu, yalnızca çözüm sürecinin “takipçisi” olmakla değil, bu sürecin parçası ve yürütücüsü olmakla mümkündür.
Yaklaşık yarım asırdır süren mücadele boyunca dönemsel olarak yürütülen müzakere girişimleri, her seferinde devletin “kontrollü çözüm” adı altında halkın taleplerini erteleme ve etkisizleştirme hamleleriyle kesintiye uğradı. Bu girişimlerin hiçbirinde, ezilen halkların siyasal eşitliği anayasal güvence altına alınmadı. İfade özgürlüğünden kültürel haklara, temsil hakkından toplumsal katılıma kadar uzanan meşru talepler, ya kriminalize edildi ya da oyalama taktikleriyle boşa düşürüldü.
Bugün Türkiye’nin önünde yeni bir çözüm süreci olasılığı tartışılıyor. 22 Ekim’de MHP cephesinden gelen çağrılarla birlikte İmralı’ya yönelik temasların başlaması, siyasal iktidarın artık yıllardır uyguladığı inkâr ve bastırma stratejisinin politik sınırlarına dayandığını gösteriyor. Elbette bu, tek başına bir “iyi niyet” politikası değil; hem içeride hem dışarıda sıkışan rejimin yeniden bir denge kurma arayışının bir sonucu.
Bu yüzden bugün konuşulan şey yalnızca yeni bir çözüm süreci değil; geçmişin politik yükünü taşıyan bir hesaplaşma aralığıdır. Kürt halkı, onlarca yıldır süren baskı ve şiddete karşı, barışın yalnızca silahların susması olmadığını; eşitlik, temsil ve özgürlük zemininde toplumsallaşan bir çözümün zorunluluğunu savunuyor. Ve bu barış talebi, artık yalnızca bir bölgenin meselesi değil; Türkiye’deki bütün devrimci demokrat güçlerin ortak sorumluluğudur.
Geçmiş çözüm süreçlerinin gösterdiği gibi; gerçek barış, devlet aklının sınırları içinde şekillenemez. Çünkü o akıl, çoğu zaman halkların iradesini tanımak değil; onu kontrol altında tutmak için “barış”ı bir tür rıza aygıtına dönüştürmek ister. Bu yüzden bugün barışın muhatabı, yalnızca siyasal iktidar değil; bu ülkede bir arada yaşamak isteyen herkes, özellikle de gençlik hareketidir.
Üniversiteler, bu tür tarihi anlarda yalnızca gözlem yapan değil; barışı toplumsallaştıran, tartışan ve örgütleyen etkin bir özne olmak zorundadır. Bugün barışa dair kurduğumuz her cümle, geçmişin inkârlarına karşı bir yanıt; geleceğin eşit ve özgür toplumu için bir çağrı olmak zorundadır. Sorulması gereken şey şudur: Bu kez farklı olan ne? Ve biz bu sürece nereden dahil olacağız?
Çünkü geçmiş süreçlerde de gördük: Barışın adı geçtiğinde operasyonlar durmadı, tutuklamalar sona ermedi, kayyumlar geri çekilmedi. Hatta barış masası kurulmuşken dahi, halklar katledildi, vekiller tutuklandı, gençler hedef gösterildi. Bugün de aynı sınavla karşı karşıyayız. Yapılması gereken şey; bu sürecin yönetilmesini devlete bırakmak değil, halkın barışını halkın kendisinin örgütlemesini mümkün kılmaktır.
Bu, yalnızca Kürt halkı için değil; Ermeniler, Araplar, Aleviler, ezilen kadınlar, gençler, işçiler, LGBTİQ+’lar için de baskıya karşı ortak bir çözüm hattı kurmak anlamına geliyor. Bugün gerçek çözüm, halkların eşitliğini anayasal düzlemde güvence altına alan, baskıcı rejimi gerileten ve barışı aşağıdan yukarıya inşa eden bir halk hareketinden geçiyor. Gençlik, bu süreci bir kez daha tribünden değil, sahadan yorumlamalı. Barış, artık gözlemlenecek bir süreç değil; kurucu bir iradeyle sahiplenilecek bir mücadeledir.
ÜNİVERSİTENİN PENCERESİNDEN BARIŞ:
Bugün yaşadığımız topraklarda silahların susması, müzakere kapılarının açılması ve toplumsal barışa dair bir zemin tartışmasının yürütülmesi, yüzeyde bir “normalleşme” atmosferi yaratmış olabilir. Fakat tarih bize gösteriyor ki, gerçek barış yalnızca ateşkes masalarında değil; halkların yan yana, eşit ve gönüllü bir birlik kurma iradesinde filizlenir. Bugün gelinen noktada, barış meselesi teknik bir süreç değil; doğrudan doğruya sınıfsal, politik ve ideolojik bir meseledir. Devletin geçmiş barış süreçlerindeki sicili ortada: barış söylemlerinin hemen ardından gelen operasyonlar, gözaltılar, siyasal tasfiyeler ve müzakereyi bir oyalama taktiğine dönüştürme alışkanlığı. Bu yüzden, mesele masaya oturulup oturulmaması değil; o masanın hangi siyasal zeminde, kimin iradesiyle ve neyi kurmak üzere kurulduğudur.
Barış, halkların devlete biat etmesi değil; devletin halkların taleplerini tanıması ve bu taleplerin politik zeminde meşrulaşmasıdır. Dolayısıyla, bugün silahların susması ile birlikte yeniden kurulan her cümle, aynı zamanda bu ülkede yıllardır süren inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıyla bir yüzleşme çağrısıdır. Ezilen bir halk olarak Kürt halkının mücadelesi, yalnızca coğrafi değil; aynı zamanda kültürel, siyasal ve tarihsel olarak da bastırılmış bir hafızanın sesidir. Bugün o sesi yalnız bırakmak, susmak, tarafsız görünmek; aslında devletin çizdiği sınırlar içinde hizalanmak demektir.
Üniversiteler, bu hizalanmaya itirazın örgütlenebileceği en kritik mevzilerden biridir. Çünkü barış, yalnızca devletin toplum üzerinde kurduğu şiddeti geçici olarak askıya alması değildir. Barış, ezenle ezilen arasındaki ilişkinin yeniden kurulmasıdır. Ve bu ilişki, ancak ezilenlerin kolektif bir politik özneye dönüşmesiyle gerçek anlamını kazanır. Bu noktada öğrenci gençlik, yalnızca bir destekleyici değil, barış mücadelesinin kurucu öznesidir. Bugün barışa sahip çıkmak; Kürt halkının yaşadığı her coğrafyadaki eşit yurttaşlık mücadelesine, Rojava’da bir filizini gördüğümüz eşit ve özgür bir arada yaşamı yukarıdan aşağıya halkların ortak iradesiyle kurma anlayışına ve Türkiye’de işçi sınıfının ve halkların yıllardır bastırılmaya çalışılan tüm devrimci demokratik direnişlerine sahip çıkmaktır.
Her çözüm süreci deneyimi şunu göstermiştir: İktidar, barış masasını yalnızca kendi siyasi pozisyonunu tahkim etmek için kurar. Bu masalarda halkların iradesi değil, devletin sınır çizme isteği oturur. Bu nedenle bugün savunulması gereken barış, yalnızca bir “süreç” değil; faşizme karşı kurulan militan bir halk dayanışmasıdır. Ve bu dayanışmanın dili; resmi söylemlerde değil, üniversitenin her bir sınıfında, her bir yurdunda, her bir forumunda kurulmalıdır.
Geçmişte barış mitinglerinin en ön saflarında yürüyen üniversiteliler, bugün de halklar arasında yaratılmak istenen düşmanlığa karşı ortak yaşamı, ortak mücadeleyi ve ortak geleceği savunmakla yükümlüdür. Bu yalnızca bir politik tutum değil; tarihsel ve kültürel bir sorumluluktur.
Barış, üniversitede sadece fikir olarak değil; örgütlü bir gündelik pratik olarak kurulur. Roboskî’yi unutmamak, 10 Ekim’in hesabını sormak, görünmeyeni görünür kılmak, düşmanlaştırılan halklara kulak vermek, bizler için sadece geçmişe dönük bir yas değil; bugüne dair bir kurucu müdahaledir. Barış, kadınların, gençlerin, işçilerin, göçmenlerin ve tüm ezilenlerin birlikte nefes alabileceği bir toplumsal zeminin adıdır.
Barışı yalnızca afişlerde değil; forumlarda, sokakta, yurtlarda, çay masalarında ve kurduğumuz her yan yana gelişte inşa etmekte ısrar ediyoruz. Çünkü barış, bu sistemde bir “temenni” değil; örgütlü bir hedef, devrimci bir görevdir.
Ve biz biliyoruz ki: Gerçek barış; halkların eşit, gönüllü ve örgütlü mücadelesiyle kurulacaktır.
Üniversite, bu mücadelenin en ön mevzisidir.
Son Söz: Barış, Ezilenlerin Ortak Geleceğidir
Ezcümle; silahların susmaya, halkların kendi sözünü daha gür kurmaya başladığı bir eşikteyiz. Kürt halkının militan mücadelesinin demokratik alana taşındığı, diyalog kapılarının yeniden aralandığı bu moment, bizlere sadece bir barış fırsatı sunmuyor; aynı zamanda tarihsel bir sorumluluk yüklüyor. Türkiye’nin kuruluşundan bu yana inşa edilen tekçi ulus-devlet yapısının, ezilenlerin, sömürülenlerin, yok sayılanların direnişine rağmen sürdürülebilir olmadığını defalarca gösteren bu coğrafya, bugün gerçek bir toplumsal dönüşüm için yeni bir rotaya girme sancıları yaşıyor.
Bugün gençliğin kuracağı demokratik hareket, yalnızca eşitsizliklere değil; bu düzenin bütün baskıcı yapılarına, faşizmin yeniden ürettiği her türlü ayrımcılığa ve halklar arası düşmanlaştırma siyasetine karşı geniş bir dayanışma ağı örmek zorunda. Ezilenlerin sesi, bu örgütlü hareketle daha güçlü çıkacak. Gençliğin barış, özgürlük ve adalet talepleri, yalnızca üniversite sıralarında değil; hayatın her alanında yankılanacak.
Çünkü biz biliyoruz: Barış, yalnızca devletin şiddeti askıya alması değildir. Barış; halkların eşit ve gönüllü birlikteliğiyle, faşizmin karşısında kurulan militan bir halk hareketiyle örülür. Bu yüzden çağrımız açıktır: Saray faşizminin baskısı altında, toplumsal mücadeleleri yalnızca “izin verilen sınırlar” içinde tutmak değil; barışı, örgütlü halk iradesiyle kurmak zamanıdır.
Gerçek çözüm; halkların kendi iradesiyle, aşağıdan yukarıya kurulacak bir dayanışma ile mümkündür. Bu; Kemal Kurkut ile Ali İsmail Korkmaz’ın, Hrant Dink ile Berkin Elvan’ın, Suruç’la 10 Ekim’in hesabının birlikte sorulduğu, barışın sadece bir anlaşma değil, bir toplumsal kurucu irade olarak inşa edildiği bir güne açılacak yolun ta kendisidir.
Biz, 10 Ekim’deki barış mitinglerini örgütleyenlerin, Hergele Meydanı’na dizilen 34 tabutun, ODTÜ Barış Günleri’nin, Suruç’ta hayal kuranların hafızasını taşıyoruz. Bu hafıza, yalnızca yas tutmak için değil; geleceği örgütlemek için bizde yaşıyor. Bugün umutluyuz, çünkü geçmişin direnişi ve bugünün dayanışmasıyla yarını kurabilecek bir filizimiz var.
Gökyüzü karardığında bile umudu toprağın derinliklerine gömen bu halk, kendi barışını yaratacak güce fazlasıyla sahip. Ve üniversiteler, bu barışın sadece konuşulduğu değil, kurulduğu en ön mevzilerdir.