Home / Öğrenci Faaliyeti Yazıları / Bu Dönemin Notunu Düşmek

Bu Dönemin Notunu Düşmek

Son zamanlarda sosyalist hareketin ve devrimci kurumların içinde bulunduğu tartışma ortamı, yalnızca tekil olaylarla, açıklamalarla ya da kişilerle açıklanamayacak kadar derin, yaygın ve yapısal bir soruna işaret ediyor. Bu metin, belirli bir krize ya da kişisel sürece dair bir yorumdan ibaret değil. Aksine, ortak politik kültürümüzü, devrimci kurumların kriz anlarındaki tepkilerini ve özellikle sosyal medyanın bu süreçlerdeki işlevini uzun vadeli sonuçlarıyla birlikte değerlendirme ihtiyacından doğdu.

Çünkü bugün karşı karşıya olduğumuz mesele yalnızca bir açıklamanın eksikliği ya da bir beyanın niteliği değil. Karşımızda çok daha derin bir yapı sorunu duruyor. Devrimci kurumların kriz anlarında nasıl tepki verdiği, hangi zeminlerde konuşabildiği ya da konuşamadığı, kimin adına söz aldığı gibi sorular artık ertelenemez bir noktaya geldi. İçinden geçtiğimiz tartışmalar, hepimize bu soruları yeniden ve ciddiyetle sorma zorunluluğunu dayatıyor.

Bu yazının amacı, ne tekil bir beyan sürecini tartışmak ne de beyan üzerine bir tartışma yürütmek. Tam tersine konu, ne beyan verenin ne de hakkında beyan verilenin kişiliğinde somutlaşıyor. Asıl mesele, devrimci kurumların bu gibi süreçlerde sergilediği tutumlar ve bu tutumların uzun vadede yaratacağı politik tahribattır. Buradaki kriz bireysel değil, kolektif; kişisel değil, yapısaldır. Onların ötesinde, asıl dikkatimiz sosyalist kurumların bu tür süreçlerdeki tutumları ve bu tutumların yarattığı uzun vadeli politik tahribata yönelmelidir. Sorunumuz kişisel değil, yapısal. Ve bu yapının içinde hep birlikte varız.

Bu satırlar bir mahkûmiyet cümlesi değil; bir çağrıdır. Yargı değil, sorumluluk. Tartışmayı kişisel zeminden çıkarıp, politik bir sorumluluk alanına taşımanın vaktidir. Çünkü biliyoruz ki yaşananlar ilk değil, son da olmayacak. Krizler tekrar edecek, süreçler yeniden yaşanacak. Eğer şimdi birbirimizle konuşmayı, birlikte düşünmeyi, sağlıklı ve dayanışmacı yolları örgütlemeyi başaramazsak; yarın da aynı dağınıklıkla, aynı kırılganlıkla yüzleşeceğiz.

Bu nedenle bu yazı, geçmişi tekrar etmek için değil; geleceği birlikte kurmak için kaleme alındı. Ne susarak geçebiliriz bu dönemi, ne de bağırarak. Şimdi ihtiyacımız olan şey, birlikte bakmak, birlikte görmek, birlikte not düşmek. Bu dönemin hafızasını birlikte kurmazsak; bir sonraki krizde yine aynı hataların, aynı yalnızlığın, aynı yanlış zeminin içinde buluruz kendimizi.

Kriz Anında Kurumların Sessizliği ya da Dağınıklığı

Bir kriz anında ilk refleks, sadece “ne dediğin” değil, “nereden ve nasıl konuştuğun”la belirlenir. Tam da bu yüzden, kriz dönemlerinde asıl dikkat çeken şeylerden biri, sosyalist kurumların sessizliği ya da dağınık biçimde verdikleri tepkilerdir. Kurumsal tutumlar ya geç verilir ya da birbirinden kopuk, parçalı ve çelişkili biçimlerde ortaya çıkar. Bu durum sadece bir iletişim zafiyeti değil; politik bir boşluktur. Ve o boşluk çok hızlı biçimde, örgütsüz tepkilerle, kişisel açıklamalarla, anonim yorumlarla doldurulur.

Özellikle sosyal medyada gelişen refleksler, kurumların ortak zemin kurmakta zorlandığını ortaya koyar. Sessizlik, çoğu zaman beklenmedik bir yankı yaratır: Kimi kurumlar “neden açıklama yapmıyor?”, “neden sessiz kalıyor?” gibi soruların hedefi haline gelir. Oysa o sessizlik, bazen sorumlulukla düşünülen bir temkin olabilirken, çoğu durumda örgütsel hazırlıksızlığın, refleks zayıflığının ve ortak bir süreci yönetememe halinin dışavurumudur.

Son yaşananlar ve önceki süreçler bize gösterdi ki, sosyalist hareketin birçok kurumu bir kriz anında kendi iç sürecine dönüp kolektif akılla ilerlemek yerine, ya bireysel pozisyonlara çekildi ya da sosyal medya gündeminin hızına kapıldı. Açıklamalar, bir dayanışma zemininden çok, bir savunma refleksiyle yazıldı. Bu da kurumsal siyasetin yönünü belirlemekten çok, dağınıklığını görünür hale getirdi.

Ve bu dağınıklık, sadece o anı değil, uzun vadeyi etkileyen bir siyasal tahribata dönüştü. Çünkü kriz anlarında kurumsal açıklamalar yalnızca pozisyon almakla kalmaz, aynı zamanda süreci nasıl okuyacağımıza dair politik bir yön de çizer. O yön belirsiz olduğunda, alan örgütsüzleştirici müdahalelere açılır. Süreci sosyal medyadan öğrenen bireylerin hızla sosyal medya üzerinden açıklama yapmaya başlaması da bu boşluğun sonucudur. Kurumların suskunluğu, örgütsüz yorumların ve tepkilerin önünü açmış; politik özneliğin yerini kişisel konum alışlara bırakmıştır.

Şunu açıkça görmek gerekir: Sessizlik, eğer örgütsel bir sürecin sonucu değilse, dayanışmayı değil güvensizliği büyütür. Kriz anları, sosyalist hareketin kriz yönetimi araçlarını yeniden düşünmesi gerektiğini defalarca gösterdi, göstermeye devam edecek. Çünkü her açıklama bir kriz yönetimi değilse, her suskunluk da politik bir olgunluk olmayabilir. O aralıkta, hareketin ortak hafızası da, dayanışma kültürü de tahrip olur.

Bu yüzden mesele yalnızca “konuşmak ya da susmak” değildir. Mesele, nasıl konuşacağımızı, ne zaman konuşacağımızı ve en önemlisi, hangi zeminde konuşacağımızı birlikte kurmaktır.

Sosyal Medyanın Zemin Olarak Öne Çıkması: Haklılık Yarışından Politika Çıkmaz

Kurumların dağınıklığı ya da sessizliğiyle birlikte, kriz hızla sosyal medyada şekillenmeye başladı. Açıklamalar tweet’lere, değerlendirmeler flood’lara, sorumluluklar ise mention’lara dönüştü. Ve en önemlisi, tartışmalar politik bir bağlamda değil, anlık tepkilerin ve kişisel doğruların yarıştığı bir zeminde yürüdü.

Sosyal medya, belki hızlıdır. Ama hızla kurulan her cümle, hakikati taşımaz. Kriz anlarında sosyal medya, bir fikir üretim alanı olmaktan çok, haklılık inşa etme arenasına dönüşüyor. Kimin daha hızlı konuştuğu, kimin daha sert söylediği, kimin daha çok RT aldığı… Tüm bunlar, neyin doğru olduğundan çok, kimin daha görünür olduğuna göre belirleniyor. Bu görünürlüğün siyaset üretmesi bekleniyor ama üretmiyor.

Asıl tehlike şurada: Bu tartışmaları sosyal medyada yürütenlerin bir kısmı örgütlü yapılarla hiçbir bağı olmayan kişiler. Anonim hesaplar, sorumluluğu olmayan kullanıcılar, kim olduğunu bilmediğimiz ama bir anda tartışmanın yönünü belirleyebilen profil kümeleri… Bu durum, yalnızca tartışmanın kontrolünü kaybetmek anlamına gelmiyor. Aynı zamanda hareketin ortak hafızasına dışarıdan yapılan müdahalelerin meşrulaşması anlamına geliyor.

Hiçbir örgütlü mekanizmaya dâhil olmadan, herhangi bir sorumluluk almadan, herhangi bir kurumla ilişki kurmadan süreci yönlendiren bu sesler, bir süre sonra kurumsal yapıları tartışmanın pasif nesnesi haline getiriyor. Kurumlar ya savunmaya çekiliyor ya da bu öfke dalgası içinde refleks üretemiyor. Böylece hem içeriden örgütsel zemin zayıflıyor hem de dışarıdan güvensizlik kurumsallaşıyor.

Bu da bizi şu gerçekle yüzleştiriyor: Sosyal medya, örgütlü siyaset için bir alan olabilir; ama o siyasetin zemini olamaz. Çünkü siyaset sorumlulukla yapılır. Ve sorumluluk, adını bildiğin, yüzünü tanıdığın, aynı masada oturabildiğin, hesap verebileceğin insanlar arasında kurulur. Anonimliğin hüküm sürdüğü bir yerde açıklık, şeffaflık, hesaplaşma olmaz. Sadece gürültü olur.

Bu yüzden her flood bir açıklama değil, her RT bir dayanışma göstergesi değildir. Açıklamalar sosyal medya diliyle değil, örgütsel zeminlerde yazılmalı. Eleştiriler mention’larla değil, toplantı notlarıyla yürütülmeli. Çünkü siyaset yalnızca fikir söylemek değil, o fikrin sorumluluğunu üstlenmektir. Sosyal medya bu sorumluluğu üretmiyor tam tersine, siliyor.

Önümüzdeki dönemde bu gerçeği görmezden gelmek, sadece bugünkü tartışmanın değil, yarının örgütlü politik kültürünün de altını oymaktır. Söz, örgütlü zeminlerde üretildiğinde güven kurar. Sosyal medya yalnızca yankı üretir.

Kurumsal Muhataplık: Kiminle Konuşuyoruz?

Bir hareketin gücü yalnızca politik hattından değil, o hattı kimlerle kurduğundan gelir. Yıllardır birlikte yürünmüş yollardan, aynı masada tartışılmış fikri ayrılıklardan, yüz yüze verilen sözlerden. Fakat bu kriz, bize bu zeminin ne kadar hızla çözülüp dağılabileceğini de gösterdi.

Sosyal medya merkezli tartışmalar, yalnızca bireyleri değil, kurumlar arası ilişkiyi de belirsizleştirdi. Önceden doğrudan kurulabilecek temaslar, artık dolaylı cümlelerle, ima dolu açıklamalarla, üstü kapalı göndermelerle şekilleniyor. Aynı masada oturmuş yoldaşlar, birbirine doğrudan söyleyemediğini tweet’le, flood’la anlatmaya çalışıyor. Bu, politik ilişkiden çok bir algı savaşı yaratıyor.

Bu durum, sadece polemik kültürünü değil, güven ilişkisini de aşındırıyor. Artık kimse kiminle tartıştığını tam olarak bilmiyor. Kurumlar birbirine açıklama yapmak yerine, kamuoyuna pozisyon bildirmeyi tercih ediyor. Her açıklama bir diyaloğun değil, bir savununun parçası oluyor. Kimin hedef olduğu belirsiz ama herkesin gerildiği bir ortamda siyaset yapılabilir mi?

Muhataplık zemini kaybolduğunda, hareketin iç dinamikleri dış müdahalelere açık hale gelir. Dışarıdan bakan biri için her kurum bir diğerini ya hedef alıyor, ya da susarak suç ortağı gibi görünüyor. Bu, dostlar arası tartışmanın değil, düşmanın gözünden kurulmuş bir savaş sahnedir. Ve bu sahne, örgütlü hareketin tarihsel hafızasında onarılması zor hasarlar bırakır.

Oysa siyaset, açık muhataplık ister. Eğer bir kurumu eleştiriyorsak, onu doğrudan hedef göstererek değil; doğrudan muhatap alarak, birlikte siyaset yaptığımız zeminde tartışarak yapmalıyız. Çünkü yüz yüze tartışabildiğimiz yerde güven inşa edilir. Yüzüne söyleyemediğimizi sosyal medyada ima etmek, yalnızca ilişkileri değil, ortak mücadeleyi de çürütür.

Bu yüzden şimdi sormak zorundayız: Gerçekten kiminle konuşuyoruz? Tweet’lerimiz kimlere sesleniyor? Açıklamalarımız kimin kapısını çalıyor? Ve bu konuşma biçimi, hakikaten ortak mücadeleyi büyütüyor mu, yoksa bizi birbirimizden uzaklaştırıyor mu?

Kurumlar arasında yaşanan sorunlar tartışılmalı ama kamuya değil, birbirine konuşarak. Her söz yerini bulmalı, her eleştiri muhatabına ulaşmalı. Çünkü politika, yalnızca düşünce üretimi değil, ilişki kurma biçimidir. O ilişkiyi şeffaf, doğrudan ve yüz yüze kurmazsak, bu politik kültürü hep birlikte yitiririz.

Feminist Politikaya Müdahale Değil, Alan Açmak

Yaşanan kriz boyunca en çok yıpranan alanlardan biri, feminist mücadelenin uzun yıllardır örmeye çalıştığı politik zemin oldu. Oysa bu zeminin, böyle bir krizde korunmaya değil, yeniden tartışmaya açılması, yalnızca feminist öznelere yük bindirmekle kalmadı; feminist politikanın kendisini savunma pozisyonuna itti.

Feminist politika, bu hareketin kıyısında değil, merkezinde yer alıyor. Ama bu içkinlik, onun karar mekanizmalarını tüm hareket adına yeniden kurabileceğimiz anlamına gelmiyor. Feminist mücadele kendi ilke setini, süreç yürütme biçimini, dönüşüm anlayışını yıllar içinde biriktirdiği deneyimlerle oluşturdu. Bu yüzden “feminist dayanışma” yalnızca bir kavram değil; aynı zamanda kırılgan, zor kazanılmış ve her krizle yeniden örülmesi gereken bir alan.

Bu sürecin içinde, feminist öznelere destek olmak, onların yerini almak değil, yanında durmaktır. Süreci feministlerin karar vereceği biçimde örmelerine olanak sunmak, alan açmaktır. Fakat birçok açıklama, dayanışmayı öncelediğini söylerken, aynı zamanda feminist politikanın sınırlarını da belirlemeye kalktı. Bu, yalnızca bir müdahale değil; bir tür gasp anlamına gelir.

Kriz derinleştikçe, feminist pozisyonlar yeniden meşruiyet testine sokuldu. Faille nasıl ilişki kurulacağı, hangi dönüşümün kabul edilebilir olduğu, neyin adil sayılacağı gibi konular, feministlerin iradesinden koparılarak genel bir “sol kamuoyunun” tartışma malzemesi haline geldi. Bu, dayanışma değil, yük bindirme pratiğidir.

Bu nedenle şimdi açıkça söylemek gerekir: Feminist mücadelede neyin dönüştürücü olduğu, feministlerin ortak deneyimlerinden süzülerek gelen kararlarla belirlenir. Sosyalist yapılar bu sürece katkı sunabilir, yanında durabilir; ama onun yerine konuşamaz. Feminist politikanın ihtiyaç duyduğu şey yönlendirilmek değil, tanınmak ve güven içinde tartışma yürütebileceği alanların korunmasıdır.

Feminist politika ve sosyalist hareket birbirine içkindir. Bu içkinlik, iki hattın da birbirine eleştiri sunabilmesinin yolunu açar ve açmalıdır. Çünkü birbirimize söyleyebildiğimiz eleştiriler olmadan değişim mümkün olmaz. Güvenli alanlarımızı, dönüşüm anlayışlarımızı, doğru bildiklerimizi ancak birbirimizi güçlendirerek geliştirebiliriz. Bugün asıl sorun, bu tartışmaların gerçekten güçlendirici olamaması; kuru gürültü arasında kaybolmasıdır. Tartışmalar, özeleştiri zeminleri yaratmak yerine feminist özneleri sürekli savunmada kalmaya zorluyor.

Daha da kötüsü, bu tartışmalar yoldaşlık zemininde değil, sosyal medya mecralarında yürütülüyor. Bu durum yalnızca aramızdaki güveni aşındırmıyor; siyasal İslamcıları, iktidarın yandaş medyasını, faşist örgütlenmeleri ve kadın düşmanlarını da cesaretlendiriyor. Feminist mücadeleye dönük uzun süredir açıkça ifade edilemeyen tepkiler, bu süreçte daha rahat görünür oldu. Kadınlar, lubunyalar, feminist örgütlenmeler; bir yandan beyan sürecini yürütürken, diğer yandan “daha önce de benzeri olmuştu” diyen faillerle aynı zemine çekilmek zorunda kaldı. Bu hem mücadeleye zarar verdi hem feministlerin güvenliğini tehdit etti. Bu güçler bizim tartışmalarımızı kullanarak feminist mücadeleye, LGBTİQ+ varoluşlara ve ezilen kimliklere saldırıyorlar. Bizim tartışmalarımız, onların malzemesi olmasın. Tartışacaksak, bunu birbirimizin gözünün içine bakarak yapmalıyız.

Bu yüzden meseleyi kişisel hatalarda değil, birlikte içinde yaşadığımız sistemde aramak zorundayız. Hata hiçbir zaman sadece tek bir kişiye, tek bir yapıya ait değildir. Hatalar, uzun süren politik süreçlerin, biriken örgütsel eksikliklerin ve mekanizmaların kurulmamış olmasının sonucunda ortaya çıkar. Bugün yaşam alanlarımızı tehdit eden şey bireysel yanlışlar değil; patriyarkal kapitalizmin kendisidir. Yönümüzü kişilere değil, bu sistemi değiştirme iddiasına çevirmek zorundayız. İç tartışmalarımızı birbirimizin arkasından değil, yüzüne söyleyerek yürütmek; açık, örgütlü, güvenli zeminlerde yapabilmek zorundayız. Çünkü dönüşüm ancak böyle mümkün olabilir.

Mesele feminist politikayı korumak değil; onun özerkliğini tanımak, sorumluluğu ortaklaştırmadan yükü tek tarafa yıkmamaktır. Feminist politika, devrimci hareketin omurgalarından biridir. Bu omurgayı zayıflatmak değil, birlikte güçlendirmek gerekir. Ve bu da ancak feministlerin kendi sözleriyle, kendi yollarıyla ilerlemesine alan açarak, bu alanlarda karşılıklı tartışma zeminleri kurarak mümkündür.

Dönüşümün Kendiliğindenliğine İnanmak Yerine, Mekanizma Kurmak

Son yıllarda “dönüşüm” neredeyse her açıklamada, her krizde, her tartışmada kullanılan bir kelimeye dönüştü. Failin dönüşmesi, kurumun dönüşmesi, hareketin dönüşmesi… Ama bu kadar çok kullanılan bir kelimenin içi giderek daha fazla boşalıyor. Çünkü dönüşümün örgütlü bir süreç, bir çerçeve, bir emek gerektirdiği yerde; biz onu çoğu zaman bir iyi niyet beyanına, kişisel bir çabaya indirgedik.

Oysa dönüşüm, sadece bir failin “artık böyle yapmayacağım” demesiyle gerçekleşmez. Dönüşüm, politik bir süreçtir. Bu sürecin güvenliğini, adilliğini ve sahiciliğini sağlayan şey ise kolektif mekanizmalardır. Bu mekanizmalar olmadan dönüşüm yalnızca bir retorik olur, bir kriz bittiğinde geride hiçbir şey bırakmayan bir imaj yönetimi…

Bugün sosyalist hareketin yaşadığı en temel sorunlardan biri, bu tür krizlerde kurumsal bir yol haritası eksikliği. Beyan süreçlerinin nasıl yürütüleceğine dair ortak bir çerçeve, faille ilişkilenmenin sınırlarını belirleyen etik ilkeler, beyan sahibinin güvenliğini önceleyen kolektif yollar… Tüm bunlar ya hiç yok, ya da yalnızca kriz anında hatırlanıyor.

Bu eksiklik, dönüşüm fikrini zayıflatmakla kalmıyor; onu inandırıcılığını da yitiriyor. Dönüşüm, kendiliğinden olmaz. Bir fail yalnızca kamusal özür verdi diye dönüşmüş sayılmaz. Aynı şekilde, bir kurum yalnızca bir açıklama yayımladı diye kendini sorumluluktan azat edemez. Dönüşüm, hesaplaşma, tartışma, onarım ve yeniden kurma süreçlerinin iç içe geçtiği uzun soluklu bir politik iştir.

Buradaki temel sorun şu: Her kriz anında sıfırdan süreç kurmaya çalışıyoruz. Oysa tam tersine, bu süreçler önceden kurulmalı. Önleyici mekanizmalar inşa edilmeden kriz yönetilemez. Ne dayanışma kurulabilir, ne güven kalır, ne de mücadeleye bir şey katılır. Olan sadece yorgunluk olur.

Bugün artık dönüşümden söz etmek, mekanizma kurmaktan söz etmekle eşdeğerdir. Bu mekanizmalar yalnızca kadınlar, lubunyalar ya da feminist özneler için değil; sürecin tamamı için güvenlik ve süreklilik sağlar. Krizler olduğunda panik içinde değil, birlikte karar alabileceğimiz zeminler üretir. Sessizlikleri anlamlı, açıklamaları güçlü, dönüşümleri inandırıcı kılar.

Ve bu mekanizmalar birinin inisiyatifiyle değil, ortak iradeyle kurulmalı. Krizden politik ders çıkarmak ancak bu şekilde mümkündür. Aksi takdirde her tartışma birbirini tekrarlayan cümlelerle açılır, aynı hatalarla kapanır. Bu döngüyü kırmak istiyorsak, artık iyi niyete değil, yapıya ihtiyacımız var.

Bu Yazıdan Gerçekten Ne Çıkmalı?

Bu yazı ne bir mahkeme metni, ne bir haklılık bildirisi. Bu yazı, yaşananların ardından ortaya çıkan sessizliği doldurmak için değil; bu sessizliğin neden oluştuğunu birlikte anlamak için yazıldı. Herkesin pozisyon belirlemeye zorlandığı bir ortamda, biz pozisyon almaktan çok yön bulmaya çalışıyoruz. Ve o yön, ancak birlikte yürünecekse bir anlam kazanabilir.

Yazının amacı, kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek değil. Krizi fırsat bilip kendi siyasi üstünlüğünü inşa etmeye çalışanların dilinden uzak durmak bu nedenle önemli. Ne daha doğruyu bildiğini düşünen üstten bir akıl sunmak, ne de tüm taraflara eşit mesafede duran apolitik bir dengecilik… Bu yazı, tüm taraflardan değil, dayanışmadan yana. Ama dayanışmanın neye benzediği konusunda netlik isteyen bir yerden.

Dayanışma, herkesin haklı olduğu bir ortamda kurulmaz. Dayanışma, herkesin sorumluluk aldığı, yüzünü döndüğü, birlikte yük taşıdığı yerlerde kurulur. Bugünkü kriz, bu yükün yalnızca birkaç yapının ya da birkaç kişinin üzerine yıkıldığında nasıl ezici olabileceğini gösterdi. Dolayısıyla bu yazının önerisi; yükü birlikte taşımak, süreci birlikte kurmak ve hatayı birlikte tanımaktır.

Bu metinden çıkması gereken şey bir karar değil, bir yön.

Sosyal medyanın değil, örgütlü tartışmanın esas alınması Anonimliğin değil, muhataplığın öncelenmesi. Açıklamaların değil, açıklıkla yürütülen süreçlerin kıymetli hale gelmesi. Herkesin değil, birlikte siyaset yaptıklarımızın sesine kulak verilmesi. Ve en önemlisi, bir daha bu kadar yorgun düşmemek için kolektif mekanizmaların kurulması.

Bu yazı, bir noktayı işaret ediyor: Suskun kalmamak yetmiyor. Gürültüye kapılmamak da yetmiyor. Asıl mesele, sözün nereye bastığını birlikte belirlemek. Eğer bu yazı, bizi tam da bu ihtiyaçla yüzleştiriyorsa; yeterince samimi bir yerden konuşuyor demektir.

Rüzgara Karşı Söz Kurmak

Her kriz bir yönsüzlük hali yaratır. Sesler birbirine karışır, tanıdık yüzler susar, bildiğimiz yöntemler işlemez olur. O anlarda en kolay olan öfkeye sığınmak, en görünür olanın peşine düşmektir. Ama en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, tam da o rüzgârın en sert estiği yerde sözü birlikte kurabilmektir.

Sosyal medyada yankılanan her cümle, bazen yalnızca bir pozisyonun değil, bir yorgunluğun da işaretidir. Ama rüzgârla hareket etmek politik bir duruş değildir. Bugün bizi ayakta tutacak olan şey, yönü birlikte tayin etmektir. O yön, yalnızca hangi cümleyi daha çok beğendiğimizle, hangi açıklamanın daha çok paylaşıldığıyla değil; birlikte siyaset yaptığımız insanlara nasıl baktığımızla ilgilidir.

Rüzgâr hep esecek. Bir gün bir yerden, bir gün başka bir yerden. Ama biz yönümüzü rüzgâra göre değil, yan yana geldiğimiz yüzlere göre belirlemeliyiz. Toplantılarda, atölyelerde, kampüs kantinlerinde, çay masalarında yeniden siyaset kurabilmeliyiz. Flood’larda değil, toplantı notlarında; tweet’lerde değil, yüz yüze tartışmalarda söz kurabilmeliyiz. Çünkü hakikat, algoritmadan değil, yoldaşlık ilişkisinden geçer.

Bu yazı, yeniden güven kurmaya dair bir çağrıdır. Anonim öfkelere değil, açık sorumluluklara çağrı. Kendi sözünü yeniden birlikte kurmak isteyenlere çağrı. Susturulmuşlara değil, birlikte konuşmaya cesaret edenlere çağrı.

Birbirimize yeniden muhatap olalım. Çünkü suskunlukla değil, konuşarak; kırgınlıkla değil, dayanışmayla; belirsizlikle değil, birlikte kurduğumuz ilkelerle yola devam edebiliriz.

Birbirimizi kaybetmeden. Birbirimizi yormadan.
Ama hep birlikte, yeniden.

Dayanışmayla.

Etiketlendi:

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir