Home / Genel / İsyan ve Yok Oluş Salınımında Üniversite

İsyan ve Yok Oluş Salınımında Üniversite

Hakikat, çoğu zaman yüksek sesle dile getirilen sloganlarda değil; sessizce biriken çelişkilerin içinde kendini duyurur. Bugün üniversitelerde duyulan sese odaklanmak ve onun karmaşık doğasını anlamak gerekiyor. Bu ses, bastırılmış bir gerilimi, yönünü arayan bir huzursuzluğu ve dağınık da olsa süreklilik kazanmaya çalışan kolektif bir arayışı taşıyor. Öğrenciliğin bugünkü hali ise yalnızca geçim zorluklarıyla değil; hissetme, düşünme ve birlikte hareket etme imkânlarının sistemli biçimde daraltılmasıyla belirginleşiyor.

Üniversite, bir öğrenme alanı olmaktan çıkıp giderek daha fazla belirli davranış kalıplarının yeniden üretildiği bir zemine dönüşüyor. Kampüsün gündelik işleyişine dair alınan kararlar -barınmadan ulaşıma, müfredata ve güvenlik politikalarına kadar- öğrenciyi yalnızca bedenen değil, aynı zamanda düşünsel ve duygusal olarak da sınırlayan bir çerçevede şekilleniyor. Bugün öğrencilik, geçici bir kimlik ya da sade bir hak statüsü olmaktan çok; sürdürülebilirliği belirsiz, sürekli müdahaleye açık bir yaşam biçimi olarak deneyimleniyor.

Bu yazı, yaşanan bu dönüşümü yalnızca sergilemek için değil, buradan hareketle nasıl bir güncel politik zemin kurulabileceğini tartışmak amacıyla kaleme alındı. Çünkü asıl mesele, gençliğe yönelen müdahalelerin varlığı değil; bu müdahalelere karşı kolektif bir yanıtın nasıl üretileceği sorusudur. Ve belki de en temel soru tam burada belirginleşiyor: Bu düzen gençliğe ne yapıyor değil, bu gençlik bu düzene ne yapabilir?

Gözetim ve Baskı Kıskacında Üniversite

Üniversite, bugünün siyasal rejiminde bir öğrenme alanı olmaktan çok, yönetim tekniklerinin uygulandığı bir mekân olarak şekilleniyor. Bu tanım, yalnızca kurumun biçimsel yapısına değil; öğrenciliğin anlamına da müdahale eden bir dönüşümü beraberinde getiriyor. Artık öğrencilik, bilginin peşinden gitme süreci değil; belirsizliğe, yoksulluğa ve itiraza karşı uyum geliştirme becerisiyle ölçülen bir kimliğe indirgenmiş durumda.

Bu dönüşüm, rastlantısal ya da geçici bir durum değil. İktidarın, üniversiteyi hem yönetsel hem de ideolojik olarak biçimlendirme stratejisinin bir sonucu. Burada amaçlanan, önceki modelleri çökertmek değil; belirli ihtiyaçlara yanıt verecek biçimde kurgulanmış bir kampüs modeli oluşturmaktır. Öğrenci, bu modelin içinde söz kuran değil; sessiz kalan özne olarak düşünülüyor. Uyum gösterdiği ölçüde görünmezleşiyor, itiraz ettiğinde ise disiplin mekanizmalarıyla karşılaşıyor. Bu çerçevede üniversite, kamusal mekân olma niteliğini kaybederek, merkezi denetime açık, dışarıya kapalı ve kontrol altında tutulması gereken bir alana dönüştürülüyor.

Kampüsteki gündelik yaşamın her ayrıntısı, mevcut yönetimin gözetimi altına giriyor. Barınma politikalarından akademik programlara, güvenlik pratiklerinden öğrenciler arası ilişki biçimlerine kadar uzanan bu düzen, öğrencinin yalnızca maddi değil, düşünsel ve duygusal alanını da biçimlendirmeye çalışıyor. Öğrenciliğin bugünkü hali, bu nedenle yalnızca sosyal hakların gerilemesiyle değil; aynı zamanda siyasal özneleşme imkânlarının bastırılmasıyla tanımlanıyor.

Bu bastırma süreci, çoğu zaman sessiz, kademeli ve parçalı biçimlerde işliyor. Ama tam da bu nedenle etkilidir. Çünkü doğrudan yasaklamaktan çok, imkânları daraltarak işler. Tepkiyi değil, sessizliği üretir. Öğrenci, giderek daha fazla, kendini ifade edemeyen, söz kuramayan ama varoluşsal bir huzursuzluk taşıyan bir figüre dönüşüyor. Bu figür, sadece neyle karşı karşıya olduğumuzu değil, neyle mücadele etmemiz gerektiğini de gösterir.

Öğrenci-Gençliğin Toplumsal Anlam Yitimi: Tanımsızlaşma

Üniversite öğrencisi, uzun zamandır yalnızca eğitimin değil; siyasal rejimin toplumsal mühendislik stratejilerinin de hedefinde. Bugün öğrencilik, maddi zorluklarla kuşatılmış ancak toplumsal değeri olan bir statü olmanın ötesine geçerek, adım adım tanımsızlaştırılmış ve piyasanın kullan-at sisteminin bir girdisi haline itilmiş bir yaşam biçimine dönüşüyor. Öğrenci, artık yalnızca öğrenen değil; aynı zamanda sistemin dışına itilmiş, yerleşeceği hiçbir toplumsal konum bırakılmamış bir figür olarak yeniden üretiliyor.

Bu figür, istisnai değil. Tam tersine, günümüz siyasal sisteminin üretmeyi hedeflediği kuşak tipolojisinin merkezinde yer alıyor. Geçinemeyen, barınamayan, sosyal hayata katılamayan bir öğrencilik hali, giderek bireysel bir sorun olmaktan çıkıp kuşağa yayılmış bir deneyim biçimine dönüşüyor. Bu dönüşüm, yalnızca bir sonuç değil; toplumsal yapının yeniden kurulmasında kullanılan bir yöntem. Öğrencinin geçim sıkıntısı yaşaması, yalnızlıkla baş başa bırakılması ya da dayanışma mekanizmalarından uzaklaştırılması, sistemin işleyişindeki aksaklıkların değil, siyasal tercihlerin sonucunu yansıtıyor.

Bu tercihler, öğrenciliği taşıması zor bir hale getirmekle kalmıyor; aynı zamanda onun toplumsal anlamını da çözüyor. Öğrenci artık bir geçiş öznesi değil; kalıcı bir geçersizlik içinde var olmaya zorlanan kuşağın bir parçası. Geleceğe uzanma olanağı elinden alınmış, ait olduğu toplumsal konum muğlaklaştırılmış, kendi sesiyle konuşma alanı daraltılmış bir figürden söz ediyoruz. Bu durum yalnızca mevcut iktidarın değil; piyasa düzeninin bütün varyantlarıyla onayladığı bütünlüklü bir gençlik tahayyülüne dair ipuçları taşıyor.

Bugün öğrencilik, ne toplumsal ilerlemenin umudu ne de kamusal sorumluluk bilinciyle donatılmış bir yurttaşlık haline işaret ediyor. Aksine, öğrenciliğin anlamı, sistematik olarak boşaltılmış durumda. Eğitim bir hak olmaktan çok, bir ayrıcalık gibi sunuluyor. Oysa bu ayrıcalık, çoğu öğrenci için gerçekte yaşanan bir imkân değil; sadece başa çıkılamayan bir yoksunluk hissine dönüşüyor.

Bu yapının içinde öğrencilik, yalnızca ekonomik değil; siyasal olarak da taşınamaz hale gelmiş durumda. Bu haliyle öğrenci, yalnızca yoksul değil; aynı zamanda değersizleştirilmiş bir toplumsal figür. Ne devletin gözünde hak sahibi yurttaş, ne piyasanın gözünde emek gücü, ne de üniversitenin gözünde düşünen ve üreten bir özne olarak kabul ediliyor. Arada bırakılmış, tanımsızlaştırılmış ve bastırılmış bir kuşaktan söz etmek gerekiyor.

Bu tanımsızlaştırma, politik bir suskunluk yaratmanın ön koşuludur. Çünkü kendi konumunu tanımlayamayan bir kuşak, toplumsal söz kurma imkânını da kaybetmiş olur, geleceksizleşmiş olur. Ve tam da bu nedenle, öğrenciliğin bugünkü hali bir bireysel kriz değil; kolektif bir dışlama rejiminin tanımsızlıkla terbiye edilen bir parçasıdır.

Gençliğin İsyan Dinamizmi

İktidar, gençliğe yalnızca demografik bir kategori olarak değil, önceden bastırılması gereken bir isyan ihtimali olarak bakıyor. Bu ihtimalin kaynağı, gençliğin taşıdığı potansiyelde değil; gençliği çevreleyen sınıfsal koşullarda ve bu koşulların yarattığı potansiyelin belirsizliğinde yatıyor. Çünkü belirsizlik, kontrolsüzlük demektir. Ve siyasal kriz dönemlerinde, hiçbir şey, kontrolsüz bir gençlik kadar rahatsız edici görülmez.

Bu yüzden gençliğe yönelen baskı, sadece onun bugünkü talepleriyle ilgili değildir. Asıl mesele, neyin talep edilebileceğini şekillendirmektir. Üniversiteye giren bir öğrenci ne hissedecek, ne düşünecek, nasıl bağ kuracak, hangi hayalleri kurmaya cesaret edecek… Tüm bu sorular, artık pedagojik değil, ideolojik meseleler haline gelmiş durumdadır.

Bugünün üniversite politikası, eleştirel düşünceyi değil; uyum gösteren özneyi üretmekle ilgileniyor. Öğrenciden beklenen şey, kendini bireysel başarı hikâyeleriyle tanımlaması ve bu başarıyı kurumsal yapının sınırları içinde ama esnek ve tanımsız şekilde aramasıdır. Bu sınırlar, sadece sınavlarla, müfredatla ya da yönetmeliklerle değil; aynı zamanda ilişki kurma biçimleriyle, duygulanma yollarıyla, gündelik deneyimlerle çizilir. Öğrenci yalnızlaşmalı, kolektif olanı şüpheli bulmalı, direnç gösterdiğinde kendini gereksiz hissetmelidir. Bu yalnızlığa iten strateji, politik bir tercihin sonucudur.

Burada ortaya çıkan figür, rejimin idealize ettiği ve buna uyum sağladıkça geçici “title”lar edinen öğrenci modelidir. Sessiz, sorunsuz, kendi hayatıyla sınırlı, geleceği yalnızca bireysel çabayla kurulabilecek bir hedef olarak gören bir figür. Bu modelin varlığı, yalnızca kampüsteki huzuru değil; toplumsal istikrarı da sağlama iddiasındadır. Çünkü bu figür, alternatif aramaz. Hayal etmez. Sorun varsa da onu kendi yetersizliğiyle açıklar. İşte tam bu noktada, öğrencilik yalnızca bir statü olmaktan çıkar, bu öğrencinin kendini tanımlamasının siyasallığına işaret eder.

İktidarın gençlikle ilişkisi, yalnızca dışarıdan bastırma üzerinden kurulmaz. Daha derin ve etkili olan, içsel dönüşüm stratejisidir. Düşünme biçimlerine, duygu dünyasına, hayal kapasitesine yapılan müdahaleler… Bunlar, sansür politikalarında, festival yasaklarında ya da sosyal yaşamın daraltılmasında açıkça görülür. Ancak çoğu zaman bu müdahaleler sessizce işler. Bir dizi izleyememekle başlar, sonra tartışacak kimse bulamamakla devam eder. Günün sonunda öğrenci, yalnızca maddi değil, duygusal olarak da kısırlaştırılmış bir alanda yaşamaya başlar.

Bu müdahale biçimi, sadece bir baskı rejiminin göstergesi değil; aynı zamanda bir korkunun da izidir. Çünkü iktidar, düşünsel olarak örgütlenmiş her ilişki biçiminden tedirgin olur. Bir kantin masasındaki sohbetten, bir kulüp etkinliğinde dağıtılan bildiriden, bir yurtta sessizce büyüyen arkadaşlıktan… Bunların her biri, makbul öğrenci figürünün dışına çıkan örneklerdir. Ve her örnek, rejimin huzursuzluğunu büyütür.

Dolayısıyla mesele yalnızca baskı değil; inşa çabasıdır. Yalnızca neyin susturulduğu değil, neyin üretildiğiyle ilgilidir. Rejim, öğrenci figürünü yalnızca kontrol etmek istemiyor. Aynı zamanda onu tarif ediyor, yeniden kuruyor, belirli sınırlar içinde şekillendiriyor. Bu şekillendirmenin amacı, mevcut toplumsal düzenin sürdürülebilirliğini garantilemektir. Çünkü gençliğin politik potansiyeli, yalnızca bugüne değil; yarına da müdahale edebilir. Ve bu müdahale, ancak sınırlandırıldığında etkisizleştirilebilir.

Bu nedenle gençliğe yönelen baskı, geçici bir yönetim refleksi değil; stratejik bir rejim politikasıdır. Sadece kampüsü değil; toplumsal tahayyülü de denetim altında tutmak isteyen bir yaklaşımın sonucudur. Üniversitenin bilgi üretme potansiyelini sınırlandırmak, yalnızca bilimi değil, geleceği de teslim alma çabasıdır. Bu çabanın adı, baskı değil; korkudur.

Ve eğer bu korku bu kadar güçlü hissediliyorsa, öğrencinin taşıdığı imkân, hâlâ diri demektir.

Faşizmin Kampüs Modeli Karşısında İsyan Kuşağı ve 19 Mart

İktidar, öğrencinin taşıdığı bu politik imkânın farkında. Tam da bu nedenle, onu bastırmakla yetinmiyor; şekillendirmek istiyor. Üniversiteler, yalnızca gençliğin değil, toplumsal tahayyülün de denetim altına alındığı alanlara dönüştürülüyor. Kayyum uygulamaları, bu dönüşümün en görünür yönetim biçimlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Üniversitelerde kayyum uygulaması, yalnızca bir yöneticinin atanması değil; siyasal ve toplumsal yaşamı tüm düzeyleriyle belirlemeye çalışan bir düşünce tarzının, rejim eliyle bizzat yerleştirilmesidir. Bu model ilk kez üniversitelerde ortaya çıkmadı. Kürt illerinde halkın seçtiği temsilcilerin görevden alınmasıyla başlayan kayyum süreci, zamanla belediyelerden üniversitelere, odalardan derneklere kadar yayıldı. Geçici bir önlem olarak sunulan bu sistemin kalıcılaştığına ve kurumsallaştığına tanık oluyoruz.

Bugün mesele, yalnızca kimin rektör olduğu değil; üniversitenin neye dönüştüğü sorusudur. Kayyum uygulamaları yalnızca yukarıdan atanan isimlerle değil; aşağıdan kurulan baskı mekanizmalarıyla da işliyor. Öğrenci kulüpleri kapatılıyor, etkinlikler yasaklanıyor, afişler sökülüyor. Güvenlik kameraları, özel görevliler, disiplin soruşturmaları gündelik yaşamın parçası hâline geliyor. Üniversite, hakikatin arandığı bir yer olmaktan çıkıp, rejimin ideolojik kontrolünü kurduğu bir alana dönüşüyor.

Bu dönüşüm öğrencinin hayatında doğrudan hissediliyor. KYK yurtlarında yaşananlar, barınma adı altında uygulanan baskılar, cemaat yapılarının doldurduğu boşluklar; Enes Kara’nın ve Zeren Ertaş’ın hikâyelerinde somutlaşıyor. Bu trajediler yalnızca bireysel kayıplar değil; aynı sessizliğin, aynı yalnızlığın ve aynı baskının içinde şekillenen öğrenci yaşamlarının ortak ifadesi.

Bu bağlamda Mart 2025, bu sessizliğin kolektif biçimde dağılmaya başladığı eşiklerden biri oldu. Yaşananlar bir öfke patlaması değil; öğrenciliği tanımsızlaştıran düzenin yarattığı yapısal yoksunluğun birikimiydi. Öğrenciler yalnızca bir gözaltına değil; kendilerine dayatılan yaşam biçimine karşı ses yükselttiler. Barınma sorunları, fiyatlar, ifade kısıtları artık bireysel değil; politik olarak kavranıyordu.

Ancak bu moment, kendiliğinden kalıcı bir harekete dönüşemedi. Forumlar düzenlendi, yürüyüşler yapıldı, afişler asıldı; fakat bağ kurma biçimleri henüz kırılgan, örgütlenme zeminleri yetersizdi. Mart 2025’te, hareketi yalnızca doğruyu söylemenin değil; doğru ilişkilenmenin örgütlediğini bir kez daha gördük. Tepkinin örgütlenmeye, yalnızlığın bağa dönüşmesi gerektiği fikri belirginleşti.

Bütün eksiklerine rağmen Mart 2025’in en güçlü yanı, öğrencinin “biz” diyebildiği anlara kapı aralamasıydı. Tanımsızlığı ve anlamsızlığı parçalayan, sessizliği kolektif bir sese dönüştüren bir karşılaşmaydı bu. Geriye yalnızca bir eylem değil; bir ihtimal kaldı. Tamamlanmamış ama hâlâ diri bir başlangıç olarak önümüzde duruyor.

Bugünkü soru, o anı yeniden üretmenin yollarını aramaktır. Aynı biçimlerle değil; aynı ihtiyaçları farklı biçimlerde ifade ederek. Çünkü politik olan, yalnızca eylemde değil; birlikte hissetmenin, birlikte düşünmenin, birlikte yaşamanın zemininde şekillenir. Ve bu zemin, ancak bağ kurularak güçlenebilir.

Devlet Politikası Olarak Yoksulluk Krizi

Öğrencilik, bugün birçok kişi için yalnızca bir öğrenim süreci değil, sürdürülemeyen bir hayat biçimi. Barınacak bir yer bulmak, karnını doyurmak, ders dışı bir etkinliğe katılmak, ulaşımı karşılamak… Bunlar artık ayrı ayrı meseleler değil, öğrenciliğin kendisini belirleyen sınırlar haline gelmiş durumda. Ve bu sınırlar, yalnızca ekonomik bir krizle değil, öğrenciyi edilgen ve sessiz bir yere iten bütünlüklü bir tercihle inşa ediliyor.

Geçinemeyen, barınamayan, sosyalleşemeyen öğrenci profili; bir sonuç değil, bir hedeftir. Üniversiteye adım atan her öğrencinin, daha ilk günlerden itibaren içine çekildiği şey bir eğitim sistemi değil. Daha çok, kendine yer açmaya çalıştığı bir tedirginlik hali. Devletin sunduğu imkânların sistemli biçimde geri çekilmesi, öğrenciliği bir hak olmaktan çıkarıp başa çıkılması gereken bir yüke dönüştürüyor.

Bu yük yalnızca fiziksel değil. Aynı zamanda ilişkisel. İnsanların birbiriyle temas kurduğu, ortaklaştığı, birlikte düşündüğü zeminler hızla daralıyor. Öğrencinin yalnız bırakılması, sadece bir barınma meselesi değil; temasın, güvenin ve kolektif düşünmenin önünü kesen bir kuşatma biçimi. Gündelik hayattaki sessizlik, düşünsel sessizlikle birleştiğinde, öğrenci hem geçinemeyen hem söz üretemeyen bir özneye dönüşüyor.

İktidarın bu alandaki stratejisi açık: Herkesin kendi derdiyle meşgul olduğu, birlikte yaşamanın değil hayatta kalmanın merkezde olduğu bir kampüs düzeni. Politik olan da tam bu noktada başlıyor. Çünkü bu durum tesadüfi değil. Yoksulluğun dayanışmayı engelleyecek şekilde örgütlenmesi, sessizliği olağanlaştırıyor. Ve bu olağanlık, zamanla herkesin içine sindirmek zorunda kaldığı bir uyuma dönüşüyor.

Öğrenci hareketinin buradan çıkışı, yeniden bağ kurmakla mümkün olabilir. Ama bu bağ, yalnızca eylem günlerinde kurulmaz. Aynı kampüste bulunmanın, aynı sıralarda oturmanın, aynı gündemi paylaşmanın içinden çıkar. Bugün yaşanamaz hale gelen öğrencilik, sadece maddi değil; aynı zamanda politik olarak çözümsüz bırakılmış bir pozisyon. Bu pozisyonu dönüştürmek için atılacak ilk adım, yalnızlığı kıracak politik ilişkiler kurmaktır.

Kriz kişisel değil. Ama kişisel yaşanıyor. Politik olan, bu deneyimi paylaşılan bir duruma dönüştürme iradesinde gizli. Yalnız bırakılan öğrencinin bir başkasıyla kurduğu bağ, yalnızca bir arkadaşlık değil; birlikte direnmenin ilk cümlesi olabilir.

Kurucu Hat: Slogandan Siyasete “Geleceğimiz yoksa korkumuz da yok”

Üniversite bugün yalnızca bir eğitim alanı değil. Aynı zamanda krizlerin düğümlendiği, siyasal baskının görünürleştiği ve bir kuşağın bastırılmak istendiği mekânlardan biri. Ama tüm bu baskının ortasında hâlâ sorulması gereken asıl soru şudur: Bu öğrencilik deneyimi yalnızca maruz kalınan bir yoksunluk mu, yoksa birlikte yeni bir yaşamı kurmanın ilk basamağı mı?

“Geleceğimiz yoksa korkumuz da yok” sözü, yalnızca bir öfkenin dışavurumu değil. Bu düzenin sunduğu geleceği reddedenlerin, başka bir toplumsallığı bugünden kurma iradesidir. Çünkü öğrenciye vaat edilen şey yalnızca geçimsizlik değil; aynı zamanda hayalsizliktir. Rejim, bugünün gençliğini yalnızca yoksullaştırmıyor; aynı zamanda tahayyülsüz bırakmak istiyor. Ama bu kuşak, kendi geleceğini yalnızca verilenle sınırlamıyor. Bu sınırlara razı olmamak, bugünün en kurucu politik eylemidir.

Dayanışma ilişkileri, ortak üretim biçimleri, birlikte alınan kararlar… Bunların her biri, alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu gösteriyor. Üniversitenin dört duvarı arasında örülen her bağ, kampüsle sınırlı kalmıyor; toplumsal tahayyülün temeline uzanıyor. Öğrenci yalnızca direnen değil; aynı zamanda kuran bir özneye dönüşebiliyor. Bu kuruculuk, sadece bir ihtimal değil; bu çaresizlikte direnmenin tek yoludur.

Bugün kampüste kurulacak her ilişki, birlikte yaşanabilir bir geleceğin başlangıcı olabilir. Bu bağlar sayesinde üniversite, yalnızca bir mücadele alanı değil; bir arada var olmanın, eşitlik ve özgürlüğün pratikle kurulduğu bir yer hâline gelebilir. Ve bu bağlamda, “geleceğimiz yoksa korkumuz da yok” cümlesi bir son değil, bir başlangıçtır.

Bugün üniversitelerde kurulacak her bağ, yalnızca kampüsle sınırlı değil; toplumsal bir tahayyülün temeline uzanacak.

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir