Bugün tanıklık ettiğimiz ekolojik yıkım kapitalizmin yapısal krizlerinden, Saray rejiminin kurduğu tahakküm düzeninden bağımsız değildir ve neoliberal yıkım çağının taşıyıcı kolonlarından biridir. Ormanlar kesiliyor, dereler kurutuluyor, canlılar yok ediliyor ve yaşam alanlarımız birer birer sermayenin lehine tasfiye ediliyor. Bu yalnızca doğanın değil, insanın, hayvanın, emeğin, ortak hafızanın ve geleceğin hedef alındığı çok yönlü bir saldırı düzenidir.
Bu düzen, yalnızca sermayeyi büyütmekle kalmıyor; aynı zamanda halkları sessizliğe, üniversiteleri işlevsizliğe, kentleri ise çorak bir yaşama sürüklüyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz şey, bir sistemin çöküşünü değil; krizi yönetme biçimi olarak şiddeti yeniden üretmesidir. Ekolojik yıkım, bu yeniden üretim sürecinin en görünür, en doğrudan ve en radikal biçimlerinden biri haline gelmiş durumda.
Bu yazı, ekoloji mücadelesini herhangi bir “çevresel duyarlılık” düzlemine indirgemeyi reddediyor. Tam aksine, biz bu mücadeleyi bir siyasal mevzi savaşı olarak ele alıyoruz. Faşizme, patriyarkaya, kapitalist yağmaya ve emperyalist işgale karşı açılan birleşik bir hatta, yeni bir kurucu siyasetin taşıyıcısı olarak görüyoruz. Çünkü mesele yalnızca bir ağacın kesilmesi ya da bir derenin kurutulması değil; mesele, hayatın kendisinin sistematik bir biçimde tasfiye edilmesine karşı verilecek yanıtın nasıl örgütleneceğidir.
Bugün Türkiye’de ve dünyada yaşanan ekolojik tahribatı; neoliberalizmin, rant düzeninin ve savaş politikalarının ortak ürünü olarak kavrıyoruz. Bu yıkım yalnızca doğayı değil, ortak belleği, toplumsal müşterekleri ve kuşaklar arası sürekliliği hedef alıyor.
Peki biz bu tablo karşısında nerede duruyoruz?
Bu yazı, medya ve iktidar kıskacında görünmez kılınan ekoloji hattını; üniversiteli gençlerin, kadınların, işçilerin, hayvanların ve tüm ezilenlerin penceresinden yeniden görünür kılmayı amaçlıyor. Bu yalnızca doğayı savunma mücadelesi değil; yaşamın bizzat kendisini yeniden kurma mücadelesidir. Ve bu mücadelenin adı, bir kez daha örgütlü direniştir.
Çünkü doğa, bu düzenin yağmasına karşı sessiz kalmaz. Çünkü halklar, yitirdikleri toprağın, suyunun, ağacının, komşusunun hesabını unutarak yaşayamaz. Ve çünkü biz biliyoruz: Ekoloji mücadelesi, yalnızca çevrenin değil; geleceğin kimler tarafından, nasıl kurulacağının da adıdır.
Medyanın Görmediği, Sermayenin Gördüğü: Ekolojik Mücadelenin Görünmezliği
Bugün Türkiye’de ve dünyada doğaya yönelen her saldırı, yalnızca çevresel bir felaket değil; sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamaya dönük organize bir politik müdahaledir. Ormanların yakılması, nehirlerin kurutulması, maden sahaları için dağların dinamitle parçalanması; bütün bunlar bir “kalkınma” ya da “enerji” politikası olarak değil, kâr maksimizasyonu hedefiyle yürütülen bir sömürü zinciri olarak okunmalıdır. Ve bu zincirin en görünmez halkasını ise medya oluşturur. Çünkü medya, bu talan düzeninin meşruiyet üretim merkezidir.
İktidar bloğunun elinde yoğunlaşan medya, yalnızca gerçekleri saklamakla kalmaz; aynı zamanda direnişin sesini kısmak, öfkeyi izole etmek ve belleği silmek üzere işlev görür. Bugün Saray rejiminin yarattığı ekolojik tahribatın, ancak işler geri döndürülemez bir noktaya geldiğinde gündem olabilmesinin temel nedeni budur. Çünkü bu sistemde, halkın değil; piyasanın gündemi haber olur.
Akbelen Direnişi bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri. 2019 yılında başlayan direniş, ancak 2023’te jandarma ablukaları, ormana giriş yasakları ve kadınların öncülüğünde gelişen güçlü dayanışma sayesinde gündemleştirilebildi. O güne kadar ise yaşanan her şey medya duvarına çarparak görünmez kılındı. Direnişin görünür olduğu gün ise, yalnızca bir orman kesiminin değil, yıllardır örülmeye çalışılan “doğaya yüz çevirme” halinin de çatırdadığı gündü.
Bir başka örnekse İliç Katliamı. Yabancı sermayeye peşkeş çekilen, sahte ÇED raporlarıyla yasal kılıf giydirilen bir maden sahasında, siyanürle kirletilen toprakta meydana gelen kaymada 9 işçi yaşamını yitirdi. Bu katliam yalnızca iş cinayetinin değil; doğa katliamının, sömürünün ve devlet-sermaye işbirliğinin iç içe geçtiği bir tabloydu. Ancak bu tablo, toprak yutkunup da bedenler kaybolduğunda görünür kılındı. Sermaye kazanırken susan medya, işçiler ölürken de sustu. Çünkü medyanın değil, madencinin çıkarı vardı ortada.
Ekoloji mücadelesi, işte bu “suskunluk düzenine” karşı bir hat açmaktır. Mücadelenin medya abluka altındayken gelişmesi, görünmez olmasına rağmen etkisiz olduğu anlamına gelmez. Tersine, her yerel direniş, merkezi bir tahakküm sistemini sarsmanın potansiyelini taşır. Kadınların öncülüğünde gelişen yerel inisiyatifler, köylülerin sermayeye karşı savunmaya geçtiği kolektif örgütlenmeler, yalnız bırakmaya çalışanlara rağmen dayanışmayla büyüyor, bastırıldıkça direnç kazanıyor.
Bugün medya abluka altında olabilir; ama ekoloji mücadelesi bu ablukayı delen en direngen çatlaklardan biridir. Çünkü burada mücadele yalnızca doğa için değil; doğayı savunurken kurulan kolektif yaşam tahayyülü içindir. İktidar, bu nedenle ekolojik mücadeleyi yalnızlaştırmak ister. Ama biz biliyoruz: Akbelen’den İliç’e, Munzur’dan Kazdağları’na kadar yükselen her itiraz sesi, aynı ortak geleceği kurmaya yönelmiş bir halk direnişidir. Ve o gelecek, ekranlarda değil, barikatlarda yazılacaktır.
Görünmeyen Emek, Görünür Direniş: Kadınların Ekolojiyle Kurduğu Politik Hat
Medyanın görünmez kılmaya çalıştığı mücadelelerin taşıyıcısı, çoğu zaman adı dahi anılmayan, emeği değersizleştirilen bir toplumsal kesimin omuzlarında yükseliyor: Kadınlar. Bugün bir doğa katliamının karşısında en önde duranlar, yalnızca bir ağacı değil, tüm bir yaşam biçimini savunuyor. Vincin önünde duran kadın bedeni, yalnızca doğayı değil, kendi hakikatini de savunuyor. Çünkü kadınların bu mücadelenin öznesi haline gelmesi, sadece “duyarlılıkla” açıklanamaz; bu, politik olarak örgütlenmiş tarihsel bir bağın sonucudur.
Kadınların doğa mücadelesindeki öncülüğü, patriyarkal kapitalizmin iki yönlü tahakkümüne karşı verilmiş birleşik bir itirazdır. Evde, sokakta, doğada… Kadınların emeği yok sayıldığı her alanda, doğanın da değersizleştirilmesiyle paralel bir sömürü mekanizması işler. Bu nedenle feminist mücadele ile ekoloji mücadelesi arasındaki ilişki yalnızca ideolojik bir yakınlık değil; aynı zamanda ortak bir sınıfsal ve tarihsel direniş hattıdır.
Ekolojik tahribatla kadın emeğinin değersizleştirilmesi, aynı tahakküm mantığının farklı düzeyleridir. Kazdağları’ndan Akbelen’e, İstanbul Sözleşmesi’nden katliam yasalarına uzanan tüm mücadele hatlarında kadınların en önde olması, tesadüf değil; patriyarkal sermaye düzeninin çoklu baskı biçimlerine karşı kurulan kolektif politik öznenin en dinamik yüzüdür. Çünkü doğaya yönelen şiddetle kadın bedenine yönelen şiddet, aynı eril tahakkümün farklı suretleridir.
1930’lardan bu yana doğa bilimi ve çevre hareketlerinin şekillenmesinde öncü rol oynayan kadın bilim insanlarının teorik katkıları, bugün sokakta direnişe dönüşmüş durumda. Bu teorik miras, yalnızca doğayı anlamaya değil, onun sömürülme biçimlerine karşı örgütlü bir alternatif üretmeye yöneliktir. Dolayısıyla kadınlar bu mücadelede yalnızca “koruyucu” değil; dönüştürücü ve kurucu bir rol üstlenmektedir.
Hayvanlarla insanlar arasında kurulan hiyerarşik ilişki biçimi, tıpkı erkek egemen toplumların kadınlara dayattığı roller gibi, sistematik bir dışlamanın ürünüdür. Doğaya hükmetmeyi meşru gören zihniyetle kadın emeğini görünmez kılan zihniyet, aynı kökten beslenir. Bu nedenle kadınların mücadelesi yalnızca “kadınlar için” değil; tüm ezilenler, tüm doğa için, yaşamın bütünü içindir.
Bugün Kazdağları’nda bir kadının tuttuğu pankartta sadece ağaçlar değil, hafızamız, direncimiz ve kolektif geleceğimiz taşınıyor. Kadınların mücadelesi, doğayı bir kaynak değil; ortak yaşamın kurucu öğesi olarak gören bir siyasal hattı örüyor. Ve bu hat, yalnızca doğaya değil; kapitalizmin sömürdüğü tüm hayatlardan yana bir dünya kurmak için genişliyor.
Kent Kimin Hakkıysa, Gelecek de Onundur: Yaşanabilir Kentler, Sürdürülebilir Yaşam
Bugün Türkiye kentlerinde her geçen gün derinleşen barınma krizi, çarpık kentleşme ve doğa talanının yalnızca teknik bir planlama sorunu değil, doğrudan politik bir tercih olduğunu gösteriyor. Bu tercih, neoliberal kapitalizmin ve onun Türkiye’deki yansıması olan Saray rejiminin; kentleri bir yaşam alanı değil, rant alanı olarak gördüğünün ifadesidir. Su kıtlığı, altyapı eksikliği, yetersiz ve güvencesiz barınma koşulları artık istisna değil, kural haline geldi. Bu koşullarda sürdürülebilirlik yalnızca bir teknik hedef değil, sınıfsal ve politik bir mücadele başlığıdır.
Sürdürülebilir yaşamdan söz ettiğimizde, yalnızca insanın yaşamını sürdürmesinden değil; insan, doğa ve hayvanların ortak yaşamını mümkün kılan bir toplumsal örgütlenmeden bahsediyoruz. Oysa iktidarın yaşam hakkına yönelttiği saldırılar, yalnızca barınma kriziyle sınırlı değil. Son günlerde kamuoyunda “Katliam Yasası” olarak anılan ve Meclis’ten geçen yasa, sokak hayvanlarını “tehdit” ilan ederek veteriner hekim eşliğinde toplu itlafın önünü açmayı hedefliyor. Bu, yalnızca hayvanlara değil, ortak yaşam fikrine karşı da yürütülen ideolojik bir saldırıdır.
Mesele birkaç başıboş köpeğin denetimi değil, doğrudan yaşam hakkına yönelmiş kolektif bir düşmanlıktır. Ekosistemin en küçük halkasına yönelen bu saldırı, aslında çok daha geniş bir tahakküm ilişkisini görünür kılıyor. Bir şehirde hayvanlar, doğa, insanlar birlikte var olamıyorsa; orada sürdürülebilir bir yaşamdan, kent hakkından ya da toplumsal adaletten söz edilemez. Yaşam alanlarının, parkların, ormanların ve hayvanların yok edildiği bir kent, yalnızca beton değil; aynı zamanda yalnızlık ve güvencesizlik üretir.
Bu yok oluşun en çarpıcı örneklerinden biri, iktidarın “çılgın proje” diyerek meşrulaştırmaya çalıştığı Kanal İstanbul’dur. Milyarlarca lira harcanarak toprağın, suyun ve yaşamın sermayeye devredileceği bu proje, yalnızca bir kent planlama faciası değil; doğrudan sınıfsal ve ekolojik bir yıkımdır. Projeyle birlikte:
● Göçmen kuşların yönü değişecek,
● Marmara ve Karadeniz’in su dengesi geri dönüşsüz biçimde bozulacak,
● Aktif fay hatları üzerinde yürütülecek kazılarla İstanbul olası bir depremde tamamen kilitlenecek,
● 10.191 hektarlık yaşam alanı yok edilecek.
Yani, yalnızca doğa değil; barınma hakkı, yaşam hakkı ve kamusal alanlar da yok edilecek.
Kentleri kimler için, nasıl inşa ettiğimiz sorusu, aslında nasıl bir gelecek hayal ettiğimizin doğrudan yanıtıdır. Yaşanabilir kentler yalnızca estetik planlamalar değil; eşit yurttaşlık hakkı, güvenli barınma, temiz suya erişim, hayvanlarla ve doğayla ortak bir yaşamı kapsar. Kanal İstanbul gibi projeler ise bu geleceğe değil, iktidarın sermaye birikim hedeflerine hizmet eder.
Bugün bizlere düşen, kent mücadelesini yalnızca barınma değil, aynı zamanda bir yaşam hakkı mücadelesi olarak görmek ve büyütmektir. Kent hakkı, yalnızca evde değil, parkta, sokakta, derede, kuş göç yolunda ve toprağın altında birlikte yaşama hakkıdır. Çünkü kent, yalnızca imar planlarıyla değil; kolektif direnişle, birlikte kurulur.
Sonuç: Ekoloji Mücadelesi, Sınıf Savaşımının Bir Parçasıdır
Bugün ekolojik yıkım, doğrudan sermaye düzeninin işleyiş mantığıyla iç içedir. Ne göçmen emeğini sömürerek zenginleşen tekellerin, ne maden sahalarını genişletmek için köyleri haritadan silen holdinglerin, ne de kampüsleri betona boğan sermaye-akademi işbirliğinin “yanlış” yaptığını söylemek yeterlidir. Bu bir yanlış değil, doğrudan kapitalizmin doğasına içkin olan sömürü ve talan siyasetidir. Rant politikaları, yalnızca yerel düzeyde bir “etik sorun” değil, küresel ölçekte sermaye birikiminin temel mekanizmasıdır. Bu yüzden, ekoloji mücadelesi; kendini sınıf mücadelesinden, patriyarkayla ve ırkçılıkla hesaplaşmadan ayrı düşünemez.
Bugün “kent hakkı”, “yaşanabilir çevre”, “iklim adaleti” gibi kavramların içi boşaltılarak depolitize ediliyor. Oysa biz biliyoruz: gerçek bir ekolojik mücadele, yalnızca doğaya değil; emeğe, hayvana, kadına ve geleceğe dönük sistematik saldırının karşısında örgütlenmektir. Ekoloji mücadelesini, soyut bir “çevre hassasiyeti”ne indirgemek, onu kapitalist sistemin sınırları içinde makul ve zararsız bir talepler zincirine dönüştürmek anlamına gelir. Bu oyuna gelmeyeceğiz.
Üniversiteler bugün bu mücadelenin kritik mevzileridir. Çünkü hem sermaye düzeninin yeniden üretim merkezleri hem de direnişin filizlenebileceği yerdir. Kampüslerde başlayan her ekolojik örgütlenme, halkın yaşam alanlarını savunma direnişiyle birleşmelidir. Bu mevzi kurulmadan ne Gezi’ye sahip çıkılabilir ne de İliç’teki katliamların hesabı sorulabilir.
Bugün görevimiz, bu mücadeleyi yalnızca görünür kılmak değil; örgütlü ve politik bir hatta taşımaktır. Ekoloji, sadece bir yaşam hakkı meselesi değil; geleceğin nasıl kurulacağına dair sınıfsal bir pozisyon alıştır.
Ve biz tarafız. İklimi değil, sistemi değiştirmekten yanayız. Kampüsleri değil, sermayeyi kazmaya geldik. Bir ağacın, bir öğrencinin, bir işçinin, bir hayvanın hayatını savunmak için örgütleniyoruz.
Ekoloji mücadelesi bizim için bir temenni değil, bir tarihsel sorumluluktur. Çünkü yaşamı ancak birlikte savunabiliriz. Ve ancak örgütlü bir halk, geleceği kurabilir.