Home / Yayınlarımız / Eylem Günlüğü: Vakıf Üniversiteleri

Eylem Günlüğü: Vakıf Üniversiteleri

Üniversiteler artık yalnızca bilginin üretildiği kamusal alanlar değil; aynı zamanda sermayenin, tahakküm ilişkilerini yeniden ürettiği mekânlara dönüşmüş durumda. Özellikle vakıf üniversiteleri, bu dönüşümün en çarpıcı yüzünü oluşturuyor. Gençliğe yönelik baskılar, burada çok daha rafine; kariyerist dayatmalar, çok daha örtük. Öğrencinin öznesi değil, müşterisi sayıldığı bu alanlarda, eğitim hizmetten çok piyasa ürünü; üniversite ise kamusal bir alan değil, doğrudan şirket mantığıyla işleyen bir işletme gibi çalışıyor.

Barınma, beslenme, ulaşım gibi en temel haklar öğrencinin sırtında taşıdığı ağır maddi yükler haline gelirken; geriye kalan şey, borçla örülmüş bir yaşam, güvencesizlikle kuşatılmış bir gelecek oluyor. Ancak bu tabloyu kabul etmeyen, itirazını büyüten bir gençlik hattı da örülmeye başlandı.

Son aylarda Beykent Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde ortaya çıkan pratikler, bu hattın sadece tepkisel değil; örgütlü, bilinçli ve kazanım odaklı bir mecraya evrildiğini gösteriyor. Beykent Üniversitesi’nde yemekhane ücretlerine yapılan yüzde yüze yakın zam, öğrencilerin en temel yaşam hakkına doğrudan bir saldırıydı. Üniversite yönetimi, beslenme hakkını bile ticarileştirerek sermayenin çıkarlarını öncelediğini bir kez daha ortaya koydu. Ancak bu kez karşılarında sessiz ve dağınık bir öğrenci topluluğu yoktu.

Farklı fakültelerden ve kampüslerden öğrenciler bir araya gelerek dilekçe süreci başlattı, kısa sürede yüzlerce dilekçe toplandı. Kapalı kapılar ardında alınan kararlar kampüsün dört bir yanında örgütlü itirazlarla karşılandı. Bu yan yana geliş, sadece zam kararını geri çektirmekle kalmadı; aynı zamanda meşru ve kolektif bir mücadele hattının neleri mümkün kılabileceğini bir kez daha gösterdi.

Bahçeşehir Üniversitesi’nde Mart ayında açıklanan fahiş öğrenim zammı, zaten ekonomik krizin pençesinde yaşamaya çalışan öğrenciler için bardağı taşıran son damla oldu. Üniversite yönetiminin, mütevelli heyeti eliyle aldığı bu tepeden inme karar, kampüsün dört bir yanında yankılanan haklı bir öfkeye dönüştü. Öğrenciler, bir kez daha müşteri değil, özne olduklarını hatırlattı. Forumlar, dilekçe kampanyaları, arka arkaya düzenlenen eylemlerle birlikte, üniversitenin yalnızca eğitim mekânı değil; aynı zamanda bir itiraz alanı olduğu hatırlatıldı.

Bu süreç, yalnızca bir zam protestosunun ötesinde, gençliğin kolektif hafızasında iz bırakacak bir örgütlenme deneyimine dönüştü. Beş gün boyunca süren ve kampüsün tümüne yayılan eylemlilikler, öğrenci hareketinin yalnızca taleplerle sınırlı kalmadığını; aynı zamanda üniversitenin şirketleşmesine, sermaye odaklı mantığın kurumsallaşmasına karşı da politik bir irade gösterdiğini ortaya koydu.

Zamların protesto edildiği alanlar, bir anda üniversitenin vitrini haline gelen reklam panolarına, yani özel şirketlerin tanıtımına ayrılmış bölgelere taşındı. Bu müdahale, yalnızca bir mekânsal genişleme değil; doğrudan üniversitenin kâr düzenine yönelen politik bir hamleydi. Öğrencilerin rektörlükle görüşme talebi, markasına zarar gelmesinden endişe duyan üniversite yönetimi tarafından bu kez görmezden gelinemedi. Görüşme gerçekleşti. Bu tablo, bir yandan örgütlü mücadelenin gücünü ortaya koyarken; diğer yandan vakıf üniversitelerinin esas önceliğinin “eğitim” değil, marka değeri ve sermaye ilişkilerini korumak olduğunu da açık biçimde gösterdi.

Tam da bu süreçte, mütevelli heyeti başkanı Enver Yücel’in kamuoyuna gururla duyurduğu bir başka gelişme gündeme geldi: Bahçeşehir Üniversitesi’nin, aynı günlerde Beşiktaş Futbol Kulübü’ne 1.7 milyar liralık hibe aktardığı öğrenildi. Bu gerçeklik, öğrencilerden toplanan ücretlerin nereye yönlendirildiğini ve vakıf üniversitelerinin kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini bir kez daha gözler önüne serdi.

Tüm bu gelişmelerin ardından Bahçeşehir Üniversitesi yönetimi geri adım attı. Zamlar geri çekildi. Ancak bu kazanım, sadece bir ekonomik düzenleme değil; vakıf üniversitelerinde örgütlü mücadelenin mümkün ve etkili olduğunu gösteren tarihsel bir deneyim olarak kayda geçti.

Bahçeşehir’de ortaya çıkan kararlı duruş, yalnızca izole bir tepki ya da geçici bir kazanım değil; vakıf üniversitelerinde giderek örülen daha geniş bir politik hattın parçası olarak okunmalı. Özellikle 19 Mart’ta gerçekleşen Saraçhane çağrısı, bu hattın görünürleştiği, ortaklaştığı ve politik bir eşik haline geldiği bir dönüm noktasıydı. Üniversitelerden gerçekleşen bu çağrı, yalnızca bir yürüyüş değil; geleceksizlik, baskı ve ekonomik kriz karşısında üniversite gençliğinin birlikte söz kurabileceğini gösteren güçlü bir çıkıştı.

Bu eylem hattı, farklı üniversiteler arasında bir dayanışma zemininin kurulmasını sağladı. Bilgi, Koç, Özyeğin ve daha birçok vakıf üniversitesinde öğrenciler kendi kampüslerinden yükselen itirazları ortak bir gündemde buluşturarak mücadeleyi daha yapısal bir hatta taşıdı. Zamlar, baskılar, sermaye odaklı yönetim biçimleri artık yalnızca şikâyet konusu değil; bu sorunların etrafında örülen örgütlü karşı çıkış, sürekliliği ve yaygınlaşmayı hedefleyen bir politik bilince evriliyor.

Uzun süredir vakıf üniversitelerinde eksikliği hissedilen bu kolektif politik yönelim, bugün yeniden kuruluyor. Öğrenciler yalnızca yemekhane ya da öğrenim ücreti zamlarına karşı değil; mütevelli heyetlerinin belirleyici gücüne, şirketleşen üniversite yapısına ve sermaye merkezli eğitim politikalarına karşı da söz üretiyor. Kampüsler, tartışmanın yalnızca nesnesi değil, bizzat öznesi haline geliyor. Bu, öğrencilerin edilgen birer figür değil; doğrudan politik özne olarak kendi yaşamına müdahale eden, karar süreçlerine dahil olan, mücadele zeminini kolektif olarak kuran aktörlere dönüştüğünü gösteriyor.

Saraçhane çağrısı, bu anlamda yalnızca tepki değil; bir kurucu iradenin ilk adımıydı. Öğrenciler, yaşadıkları krize yanıt vermekle kalmadı; bu krizin sorumlularına karşı kendi politik hattını kurma cesareti de gösterdi.

Bu tabloyu yalnızca anlık bir öfke patlaması olarak görmek eksik olur. Aksine, vakıf üniversiteleri gençliğinin maruz kaldığı neoliberal kuşatmanın çatladığı, bu çatlağın içinden yeni bir öğrenci hareketinin filizlendiği bir dönemin eşiğindeyiz. Öğrenciler artık yalnızca mağdur edilen değil; kendi sözünü kuran, birlikte hareket eden, üniversiteyi savunulacak bir toplumsal alan olarak gören kurucu bir güç. Bu güç, yalnızca kendi kampüsünde kalmıyor; başka üniversitelerde süren direnişlerle birleşerek ortak bir hatta doğru ilerliyor.

Beykent’te geri çektirilen yemekhane zammı, Bahçeşehir’de kazanılan eğitim hakkı, Mart ayında filizlenen örgütlü yapıların her biri; yarın başka üniversitelerde yükselecek yeni mücadelelerin öncüsü olacak. Kampüslerin ön plana çıktığı bu itiraz dalgası, sermayenin kuşattığı alanlarda da politikanın, örgütlenmenin ve direnişin mümkün olduğunu gösterdi.

Bu dalga, vakıf üniversitelerinin yalnızca birer ticari yapı değil; aynı zamanda birer politik mevzi haline gelebileceğini gösteriyor. Ve bu bilinç, yalnızca bugünün haklarını savunmakla kalmıyor; yarının üniversitesini kurma iddiasını da içinde taşıyor.

Politik Sonuç ve Stratejik Hat: Tohum Yeşeriyor

Vakıf üniversiteleri, bugünün neoliberal kuşatmasında yalnızca piyasalaşmış eğitim politikalarının taşıyıcısı değil; aynı zamanda sınıfsal çelişkilerin ve siyasal gerilimlerin çıplak biçimde yaşandığı stratejik alanlardır. Bu kurumlar, sermayenin ideolojik hegemonyasını kurmaya çalıştığı ön cephelerden biridir. Evet, öğrenciler müşteri gibi görülmekte; eğitim, bir hak olmaktan çıkarılıp hizmete dönüştürülmektedir. Ancak bu yapıların içinde, memleketin dört bir yanından, farklı sınıfsal zeminlerden gelen binlerce genç, aynı sistemin yükünü taşımakta, aynı krizin kıskacında hayatta kalmaya çalışmaktadır. Bu yük yalnızca ekonomik değil; kültürel, siyasal ve toplumsal baskılarla katmerlenmiş bir yükleniştir.

Sol, bu alanlara sırtını dönemez. Vakıf üniversitelerini yalnızca eleştirip, oradaki öğrencilerin mücadelesini görmezden gelmek; gençliğin bir kesimini mücadele dışında bırakmak, bu alanları sermayeye ve rejimin ideolojik tahakkümüne teslim etmek anlamına gelir. Oysa biz, bu üniversitelere yıllar önce bir tohum bıraktık. O tohum, bugün sessizce değil; kararlılıkla filizleniyor.

Bu yazı yalnızca bir durum tespiti değil; yükselmekte olan bir direniş hattının siyasal ilanıdır. Bugün vakıf üniversitelerinde öğrenciler yalnızca zamları protesto etmiyor. Bu zamların arkasındaki yapısal sömürü düzenini, mütevelli heyetlerinin sınırsız yetkisini, şirketleştirilmiş üniversite modelini doğrudan sorguluyorlar. Bu, sessiz bir sitem değil; açık bir politik kırılmadır.

Artık o üniversitelerde yalnızca mağdur öğrenciler yok. Üzerindeki ölü toprağını silkeleyen, sözünü kuran, birlikte davranan ve özneleşen bir gençlik var. Bu gençlik; yalnızca kendi kampüsünde değil, kampüsten kampüse dayanışma örüyor. Mücadelesini yalnızca ekonomik taleplerle sınırlamıyor; kültürel hegemonya alanlarına, siyasal iktidar ilişkilerine uzatıyor. Direniş, yayılıyor.

Bize düşen görev açıktır: Bu hareketi yalnızlaştırmamak, ayrımlar üzerinden bölmemek, “devlet mi vakıf mı” diyerek parçalamamak. Bugünün görevi, sermayeye ve Saray faşizmine karşı gençliğin bütün mevzilerini birleştirmek; kampüslerin her yerinden yükselen itirazları ortak bir stratejik hatta örmektir. Vakıf üniversitelerinde büyüyen öfkeyi, devlet üniversitelerinde süren direnişlerle buluşturmak; gençliğin potansiyelini birleşik bir öğrenci hareketine dönüştürmektir.

Eğer bu adımı bugünden atmazsak, vakıf üniversitelerini sistemin yedek gücü haline getirme planlarına sessiz onay vermiş oluruz. Ama bugünden başlarsak, bu üniversiteleri mücadelenin yeni politik mevzilerine çevirebiliriz.

Ve evet: O mücadele başladı. Şimdi onu büyütmek, ortak iradeyi örgütlemek zamanıdır.

Etiketlendi:

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir