Yetişilmeye çalışılan otobüsler, kalabalık metro istasyonları, sürekli eksik kalma hissi, bir adım geride kalmaktan duyulan suçluluk… Neoliberalizmin dayattığı hız rejiminde, her şey bir yerlere varmak üzerine kurulu. Bu yolculukta hedef hep ötede, ama yolda düşenler görünmez. Bu görünmezlik içinde büyüyen bir kuşak, başarı adı verilen hayalin peşinde koşarken, gerçek ilişkilerden, anlamlı bağlardan, sahici dayanışmadan adım adım koparılıyor.
Tam da bu yüzden bugün yalnızlık, bireysel bir duygu değil; politik bir inşa biçimi haline gelmiş durumda. Tatminsizlikle büyüyen bir boşluk, “özgür birey” fetişizmiyle meşrulaştırılıyor. Duygularımız piyasalaşıyor, ilişkilerimiz tüketim nesnesine dönüştürülüyor. Fakat her şeyin çözülmeye başladığı bu yerde, hâlâ çatlaklardan sızan bir şey var: yoldaşlık ihtimali. Gösterişten arınmış, bireyci tahakkümü reddeden, “ben”in değil “biz”in inşa edildiği bir başka ilişki biçimi.
Bu yazı, yalnızca bir yabancılaşma analizi değil; o yabancılaşmanın tam ortasına açılmak istenen bir politik yarığın anlatısıdır. Adına yoldaşlık dediğimiz o yarık, kapitalizmin bireyci çürümesinden değil, kolektif dönüşüm arayışından doğar. Çünkü yoldaşlık sadece birlikte yürümek değil, birlikte dönüşmeyi göze almaktır. Alkışa değil, paylaşıma yaslanır. O yüzden bu birkaç cümle, yalnızca bir tespit değil; bugün hâlâ gerçek olana, tutunmaya değer olana dair politik bir hatırlatmadır.
Birey Olmak mı, Bireycilikte Boğulmak mı?
Şimdi yepyeni bir dünyada yaşıyoruz. On beşinci yüzyıla dayanan kökleriyle kapitalizm, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından, savaş yorgunu toplumları sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmeye başladı. Bu yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileri ve insan doğasını derinden dönüştüren bir süreçti.
Bugün her şeyin hızla tüketildiği, geçmişin iz bırakmadığı, geleceğin ise güven vermediği bir döngünün içindeyiz. Dün önemli olan bugün unutuluyor, bugün sahip olunan yarın değersizleşiyor. Üniversiteler, bu dönüşümün en erken ve en sert biçimde hissedildiği alanlar olarak, küçük burjuva istek ve eğilimlerin doğduğu değil; neoliberal ideolojinin doğrudan nüfuz ettiği laboratuvarlara dönüşmüş durumda. Bu yüzden neoliberal sermaye düzeninin tüm araçlarıyla ilk temas ettiği kesim üniversiteliler oluyor. Böylece düzenin bizden aldıkları hızla unutuluyor, verdikleri ise kaçınılmaz ve meşru ihtiyaçlar gibi benimseniyor.
Ne var ki kötü olan şu: Yitirilenlerin yeri doldurulamıyor. Kendi benliğini, hayallerini, duygularını ve bağlarını sistemin sunduğu sahte imkanlarla ikame etmeye zorlanan üniversiteli, bu çabada daha da yalnızlaşıyor. AVM’ler, yok edilen “üçüncü mekânlar”, yerini alan tekil tüketim deneyimleri, sosyal medya algoritmalarının dikte ettiği ilişki biçimleri; mekânı ve zamanı sermaye mantığına göre yeniden kuruyor. Ve birey, bu çemberin içinde özgürleştiğini sanırken daha derin bir bağımlılığa sürükleniyor.
Bu dönüşümün belki de en görünmez ama en yıkıcı sonucu, hakiki insan ilişkilerinin çürümeye terk edilmesi. Yarının bugünü, bugünün dünü tutmadığı zamanlarda ilk kaybedilen şey güven oluyor. Umutsuzluk, çoğu zaman fark edilmeyecek kadar gündelik, ama bir o kadar da derin bir sızı olarak yayılıyor. Neoliberalizmin hızlı tüketim ritmi, kişiyi yalnızca metalaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda topluma ve yaşamın kendisine yabancılaştırıyor.
Her şeyin sürekli değer kaybettiği ve kazandığı bir sistemde geriye kalan tek sabit “birey” oluyor. Birey, artık kendi tatmin duygusunu, tüketim üzerinden inşa etmeye programlanıyor. “Benim olmak” duygusu, “bizim olmak” fikrine galip geliyor. Kendini metalar üzerinden tanımlamayı öğrenmiş bir insan için, somut yarar sağlamayan bir ilişki neden değerli olsun ki? Güvenin, ortak yaşamın, birlikte üretmenin anlamı sistematik biçimde aşındırılırken; “öne çıkmak”, “benim olsun”, “ben yapayım” gibi bireyci refleksler bilinçli olarak kurgulanıyor. Böylece yalnızlık çemberi, tahmin ettiğimizden çok daha geniş bir daireyle bizi kuşatıyor.
Gündelik yaşamın aklını ve fikrini kendine örgütleyen neoliberal ideoloji, bugün artık sadece ekonomik değil; kültürel, duygusal ve politik bir hegemonya kuruyor. Biz birlik üzerinden yeni bir anlatı kurmaya çalışırken, düzen kullandığımız aplikasyonlardan dilimize dolanan sözcüklere kadar her aracıyla bizi tersine, yani ayrışmaya, yalnızlaşmaya, bireycileşmeye doğru itiyor. Ve bu noktada sorumluluk artık yalnızca çözümleme yapmakta değil; bu ideolojik çemberi kıracak örgütlü kolektif bağları yeniden kurmakta.
İlmek İlmek Örgütlenen Birlik
İşte tam da bu noktada başlıyoruz asıl meseleyi anlatmaya: yaşamı yeniden örgütlemeyi. Kapitalizmin tüm hücrelerimize kadar sızan araçlarına karşı, yalnızca “karşı çıkmak” değil, birlikte başka bir hayatı kurmak mümkün. Hayatın her alanına sinmiş sömürü ve yalnızlaştırma politikalarına karşı; yaşamın köklerini sulamak, beraberliği ve yoldaşlığı önümüze koymak, bugün attığımız en anlamlı adım hâline geliyor. Bu adım; geçmişin parçalanmış bağlarını onaran, geleceği kolektif bir iradeyle kuran bir adımdır.
“Kendi ayakların üzerinde dur” telkininin içinde gizlenmiş rekabet ve yalnızlaşmayı reddediyoruz. Çünkü biliyoruz ki, tek başına ayakta durmak, birlikte yürümekten daha değerli değil. Biz “hep beraber kaybolmayı” kabul etmeyenlerdeniz. Neoliberalizmin yıktığı ilişkilerin geri dönülemez olmadığını, o yıkıntıların arasında yeniden dayanışma örülebileceğini her adımda yeniden görüyoruz. Bu yıkıma karşı atılan her ortak adım, yaşamı ilmek ilmek yoldaşlıkla örme iradesinin bir tezahürüdür.
Yoldaşlık, yalnızca yan yana yürümek değil; aynı duvarı birlikte örmek, aynı yükü birlikte taşımaktır. “Düştüğünde bir daha deneyelim” diyenin yanında durmak, sadece bir duygusal refleks değil; devrimci ahlakın kolektif biçimidir. Bugün o duvarları örüyoruz bu kez yıkılmamak, sarsılmamak için. Kapitalizmin alkışa, gösterişe ve yalnızlığa boğduğu ilişkiler karşısında, biz sessiz ve kararlı bir yoldaşlık örgütlüyoruz. Gösterişsizliğin, görünmeyen emeğin, sahici birlikteliğin politik ahengini kuruyoruz.
O yüzden hiç tanımadığın birinin derdine kulak vermek; farklı geçmişlere, farklı acılara, bambaşka çelişkilere sahip insanlarla bağ kurmak, bugünün en derin politik eylemlerinden biridir. Çünkü yoldaşlık, yalnızca birlikte mücadele etmek değil; birlikte dönüşmek, birlikte kurmak, birlikte yaşamak demektir. Fikri, tavrı, emeği ve varoluşu birlikte örgütleme çabasıdır. Bugün her türlü bireyci refleksi aşmak için attığımız her adım, yarının kolektif hayatını bugünden kuran bir adımdır. Ve bu adımlar, artık yalnızca değerli değil zorunludur.
Yoldaşlık: Geleceği Yürüyenler
Yoldaşlığın iknası yoktur. Çünkü o, yalnızca sözcüklerle anlatılamaz; ancak birlikte yaşanarak, birlikte sınanarak kavranır. Bir dergi sayfasından, altı çizili paragraflardan ya da uzun tartışmalardan öğrenilecek bir şey değildir. Yoldaşlık, belki o çay sohbetlerinde paylaşılan anların içindeki sessiz ama yakıcı sıcaklıkta kendini gösterir. Ve bir noktada fark ederiz: masadaki çay değil, bizi ısıtan; yanımızdaki insandır. Sırtımızı yaslayabildiğimiz, birlikte yürüyebildiğimiz, düştüğümüzde bizi taşıyan, düştüğünde bizim taşıdığımız kişidir. İşte orada başlar yoldaşlık.
Bu an, “ben”in ötesinde bir varoluşun mümkün olduğunu fark ettiğimiz yerdir. Yalnızlıkla kuşatılmış bir çağda, birlikte nefes almanın mümkünlüğüne inanma cesaretidir. Neoliberal çağın parçaladığı güven duygusunu, paylaşımı, ortak emeği yeniden kurmanın yoludur. Ve o yol, yalnızca duygularla değil; politik bilinçle, ortak mücadeleyle örülür. Çünkü yoldaşlık, yalnızca bir ahlaki tercih değil, gelecek toplumun bugünden inşa edilen örgütsel biçimidir.
Yoldaşlık, onurlu bir yaşam uğruna yalnızca kendisi için değil; yoldaşı için, kolektifi için yürüyenlerin adımıdır. O adımda gücünü alkıştan değil, bağlılıktan; görünürlükten değil, birlikte üretmekten alır. Bu yüzden o adımlar asla sarsılmaz. Çünkü artık “ben” değil, “biz” yürüyordur. Ve birlikte yürüyenler, yalnızca yolları değil, geleceği örgütler.