Zorunlu olarak krizlere giren emperyalist-kapitalist sistem her seferinde kendini yeniden yapılandırıyor. Emperyalist sistem bugün sadece üretim alanlarını değil toplumun her alanını işgal ediyor. “Teknolojik gelişmeler” ipini koparmışçasına, gittikçe ivmelenen şekilde artarken tüm toplumsal ilişkiler de aynı hızla görünmez hale geliyor. Belki bugün salgın hastalıklar önü alınamaz şekilde milyonlarca insanı katletmiyor ancak kitlesel depresyon ve geleceksizlik neredeyse herkesin hayatını önemli ölçüde zorlaştırıyor. Geleneksel değerlerin, Kutsal Ailenin oturduğu zemin çatlarken devlet politikalarıyla, egemen tarih anlatılarıyla bu zemin yeniden doldurulmaya çalışılıyor. “Oku-mezun ol-hayatta kalmak için çalış” döngüsü kimse için kabul edilebilir görünmüyor; çalışmaya karşı isteksizlik, halkın tüm kesimlerini geleceksizliğe sürüklenmesi sisteme karşı doğal bir tepki oluşturuyor. Sistemin krizleri kendiliğinden bu ayak diretmeyi üretiyor. Bu ayak diretmeye karşı sistem ise gözetim ve denetim yöntemleriyle “disiplini” yeniden sağlamaya çalışıyor. Yalnızca sanayi üretiminde değil gündelik hayatın her alanında kafelerde, lise sıralarında, AVM’lerde bir disiplin rejimi kurmaya çalışıyor.
Sayısı her zaman arttırılabilecek olsa da en bilinen örnekler üzerinden kurulmaya çalışılan bu disiplin rejimini teşhir etmek günümüzde sistemin krizlerini ortaya dökmek gündelik olanı siyasallaştırmak için önemli bir dayanak noktası. Haymarket’in fitilini ateşlediği “8 saat iş” mücadelesi kapitalist sömürüye vurulan en önemli darbelerden biri oldu.Sömürünün can damarlarından biri olan emek-zamanının kısıtlanması, sermayeyi teknolojik yatırımları ön planda tutmaya itiyor. Bir diğer yöntem ise Ruy Mauro Marini’nin ortaya attığı “emeğin yoğunlaştırılması” kavramı. Aynı süre içinde yeni teknolojiler kullanmadan, emekçiyi kapasitesinin üstünde çalışmaya zorlayarak daha fazla değer üretmesini anlatan bu kavram günümüzde sıkça karşılaştığımız örnekleri açıklamak için önemli bir perspektif sunuyor. Emeğin yoğunlaştırılması, gözetim ve denetim teknolojilerinin gelişmesiyle iyice ayyuka çıkıyor. İlk akla gelen örnekler ise işyerlerinin her yerinin kameralarla donatılması, performans raporları, GPS sistemleri, kasiyerlerin oturma yasağı, sigara ve tuvalet molalarının kısıtlanması, iş yerlerinde rekabeti arttırmak için verilen primler ve maaş kesintileri. Bunların hepsi “işten kaytarılan” süreyi azaltmak adına alınan önlemlerdir. Denetim sistemleri sadece emekçilerin işyerinde olup olmadığını değil işyerinde nasıl bulunduğunu da takip etmektedir. Kuryeler hareketsiz kaldığında uyarılır, beyaz yakalıların kullandığı bilgisayarlar takip edilir, çalışanların o anda işi olmamasına rağmen dinlenmesine izin verilmez ve her an hizmet etmeye hazır vaziyette bulunmaları sağlanır. Bir diğer nokta ise “müşteri her zaman haklıdır” sözünü pratiğe döken, çalışanların sürekli güler yüzlü görünmeye zorlanmasıdır. Bu kapitalist sistemin emekçilerin her hücresini kontrol etmeye çalıştığının, duyguları dahi metalaştırdığının en yaygın örneklerinden birisidir.
İş yerlerinin dışında gündelik hayatta veya “boş zamanlarda” bu disiplin rejimi kendini yeniden üretmeye devam ediyor. Sosyal medyada pazarlanan kişisel gelişim, girişimcilik ve günü daha “verimli” kullanmaya yönelik tavsiyeler bireyin kendisini yetersiz hissetmesine, para kazandırmayan ilgi alanlarını aşağı görmesine, sınıf atlama hayallerini tekrar tekrar üretilerek disiplinli ve “verimli” çalışan bireylerin zengin olabileceğini, sistemin buna izin verdiğini ve yoksulluğun bireylerin kendi yeteneksizliklerinden kaynaklandığını ve onların suçu olduğunu düşünmesine yol açar. Ancak gerçek böyle değildir. Bu sınıf atlama hayali tarihte çok az gerçekleşmiştir. Bugün “başarılı” olarak nitelendirilen girişimciler hep ailesinden kendisine kalan büyük bir sermayenin başına geçmiştir. Bu sermaye yıllar süren emek sömürüsü sonucunda ortaya çıkmıştır. Sabah 5’te kalkmak ve soğuk suyla duş almak, devasa karlar elde eden bir şirket sahipliğine giden yol değildir. Bunlar sadece kişinin emeğinin sömürüldüğünü görünmez kılarak çalıştığı koşullara baş kaldırmasını önleyen bir yalandır. Bir diğer yandan bireylerin tüketim alışkanlıkları da sosyal medya tarafından etkilenir. Birkaç influencer’a ödeme yaparak reklam veren şirketler, sundukları ürün be hizmetlerin bir noktadan sonra doğal olarak yayılmasına ve bir süreliğine gündemi meşgul eden birer “akıma” dönüşmesini sağlar. Belli şekilde giyinen, belli parfümleri kullanan, belli içecekleri içen insanların daha “moda”, “saygın” ve “değerli” olduğu algısı yaratılır. Bu şekilde kapitalizmin aşırı üretim krizleri aşılmaya çalışılır.
Bu kapitalist disiplin rejiminin köklerini ise liselerde MESEM projesi kapsamında staj adı altında çocuk işçilikle doğrudan sahada inşa edildiğini öbür yandan ise üniversite sınavına hazırlık süreçlerinde de görebiliyoruz. MESEM’lerde doğrudan iş disiplininin pratikte sağlanarak bu disiplin rejimi çekirdekten inşa edilmektedir. Üniversite sınavına hazırlanan liseli öğrenciler ise eğitim hayatları boyunca kariyerist ve rekabetçi bir anlayışla doğrudan sermaye bilgi üretecek ya da teknik eleman olacak kişiler yetiştirilmektedir. Bu eğitim süreçlerinde bilginin kimin adına üretildiği veya bilimin kime hizmet ettiği gizlenerek sermayeyle bağlantısı gizlenmektedir. Liseliler sürekli “sayısal” alanlara “yönlendirilerek” daha fazla sermaye üretme adına birer nefer haline getirilmekte, kariyer basamakları pazarlanarak “sınıf atlama” hayalleri üretilmektedir. Bu kariyerist anlayış daha fazla çalışanın daha çok kazanacağı veya daha önemli ve faydalı olduğu anlayışını pekiştirir. Gelecekte çalıştığı alanlarda daha yoğun, verimli ve disiplinli çalışmasının kendi yararına olacağı yalanıyla kapitalist disiplin rejimini içselleştirmesi sağlanır.Üniversitelerde ise bu kariyerist anlayış benzer bir şekilde örgütlenir. Kariyer kulüpleri tamamen üniversitelilerin iş hayatına hazırlanması ve gelecekteki işleri için bağlantılar kurması için vardır, derslerde sürekli “verimlilik” vurgusu yapılır, sıra arkadaşlığı çıkar ilişkilerine indirgenir, bilgi üretimi sözde bağımsız gösterilir ve sermayeyle bağlantısı görünmez kılınır.
Bugün bu disiplin rejimine karşı örgütlenmesi gereken mücadele birbirinden izole edilmiş sıra arkadaşlarımızla aynı dayanışma sofrasının etrafında bir araya gelebilmek, bu disiplin rejimini ve uzandığı kolları teşhir etmektir.Düşmanımızın; beraber derslere girdiğimiz, aynı kampüs çimlerinde oturduğumuz, aynı çay kazanının etrafında toplandığımız sıra arkadaşlarımız değil bize birbirimizi ezerek kariyer basamaklarını çıkmamızı söyleyen sermaye düzeninin olduğunu sıra arkadaşlarımıza anlatmaktır. Vermemiz gereken mücadele sadece işyerlerinde veya kampüslerde somutlaşan saldırılara karşı değil gündelik hayatın her anında ilmek ilmek örülmesi gerekir. Demek istediğimiz şudur; hayatın her alanını birlikte paylaştığımız, aynı dertlerde ortaklaştığımız kişiler, bizlerin iç dünyasının, başarısının, derdinin düşmanı değildir. Maruz bırakıldığımız sistemin yarattığı, bizi birbirimizle karşı karşıya getiren hayali ya da gerçek düşmanlarla birlikte mücadele etmek gerekmektedir. Aynı sırayı paylaştıklarımız, birer rakip değil, dosttur, arkadaştır. Aynı ofiste, farklı iş yüklerine maruz bırakıldığımız kişiler, “Hangimiz daha çok satış yapacak?” rekabetine girdiğimiz insanlar olmamalıdır; onlar, özgürlüğümüze giden yolda yoldaşımızdır. Sistemin karşısında en büyük gücümüz dayanışmamızdır, sırdaşlığımızdır, arkadaşlığımızdır.